Açılımın olmazsa olmazları
Hükümet Kürt kökenli vatandaşlarını bağrına basmak, yıllardır bu vatanın evlatlarını inim inim inleten terör belasına son vermek, Türkiye’yi olması gerektiği gibi açık bir toplum haline getirmek için olmazsa olmaz açılımı yapmak üzere vira bismillah dedi. İçişleri Bakanı Atalay yol haritasını çizmese de yöntem konusunda bilgi verdi. Hükümet üzerine düşeni yapacak, konuyla alakalı bütün çevrelerden de aynı özveriyi bekleyecek. Hayırlı olsun!. 2005 yılında Başbakan Erdoğan’ın Kürt sorununu telaffuz etmesinin ardından çıkar çevrelerinin hop oturup hop kalkmasından sonra dört yıl boşu boşuna geçmiş olsa da zararın neresinden dönersek kârdır diyerek iyimser olmaya çalışalım. Bu ülkede ne iştir bilinmez hiçbir sorun demagojiye saplanılmadan, tartışılan konunun suyu çıkarılmadan insanlar, taraflar rencide edilmeden, Konya derken kendimizi hanya’da bulmadan çözüm üretilemiyor. Umalım ki etkin çözümü hep beraber daha fazla zaman kaybetmeksizin üretelim.
Meseleyi çok katmanlı bir yaklaşımla masaya yatırmak gerekecektir. Sorunun en büyük aciliyetle çözüm bekleyen yüzü-çehresi-tarafı -ki bunun çözümü diğer katmanlardaki çözümü fişekleyecek ve sağlıklı bir temelin atılmasına vesile olacaktır- özde Kürt’ü kucaklamaktır. Bugüne kadar rejimin bize öğrettiği hepimizin varlığından gurur duyan Türkler olduğumuzdur. “Hepimiz Türküz. Hepimiz müslümanız evet laik müslümanız. -Burada bir de hepimiz beyazız var bilinç altına yüklenen- Hepimiz gururluyuz.” Dil birliği, din birliği, kader birliği, coşku birliği. Acaba? Gerçekten öyle mi? Milli varlığın parçaları olan bu özelliklerin hiçbiri şimdiye kadar sorgulanamadı. Farz-ı muhal öyle bir şey oldu diyelim, o anda başlar ezildi, insanlara kendi pislikleri yedirildi, parkta banktan düştü de oldu (!) raporları ailelerin eline tutuşturuldu. Sorgulanamadı çünkü sağa sola, ileri geri kıpırdanabilecek bir hareket alanı bırakılmadı bu ülke vatandaşlarına. Rijit kutulara konup donduruldular çünkü. Sonuçta da nev’i şahsına münhasır eleştiriye, farklılığa açık olamayan bir ulus çıktı ortaya. Nev’i şahsına münhasır gerçekten. Her şeyiyle. Misafir bilim kadını olarak ABD’nin seçkin düşünce kuruluşlarından birine gelen İsviçreli bir arkadaşım yakında paylaştı: Kendi gibi endüstriyel gelişme ve yoksulluk uzmanı olan bir Türk arkadaşıyla Türkiye’nin yoksulluk sorunu üzerine fikir alışverişinde bulunurken bakıyor ki ortaya koyduğu bazı yapıcı eleştirilerden rahatsız oluyor muhatabı ve konuyla alakalı yan çizmeye başlıyor. Sonunda baklayı çıkarıyor ağzından “Bizim fakirimiz de farklıdır!” Buyrun açıklayın. Ne demekse bu. Her şeyimizde olduğu gibi fakirimiz de bir başkadır... Mantık mı bu şimdi? Her şeye bir mazeretimiz, kendimizce bir savunmamız vardır çünkü. Demokratikleşmeyi de çok severiz, pek isteriz amma... velakin... Türkiye’nin “şu” çok özel durumundan dolayı vatandaşımızı sıkar sıkar suyunu çıkarırız demenin de bir türlüsü yani. Mazeret bol nasıl olsa. Kaşarlanmışlık da olunca kızaracak bir yüz de yok pek. Şimdi bütün bu mazeretlerden kurtulmanın, dünyanın bilmem kaç ülkesine uygulanabilir ekonomik, sosyal, siyasi teoremlerden bizim de muaf olamayacağımızı kabulün zamanıdır.
Ayrıca bu süreçte samimiyetimizin sınanacağını da unutmamalıyız. Hatırlayınız 2000’li yılların başlarındaydı henüz Genel Kurmay Başkanı koltuğuna oturmamış olan Kara Kuvvetleri Komutanı Büyükanıt Paşa Güneydoğu’ya yaptığı bir ziyaretinde yaşlı bir Kürt kadın yanına yanaşmış, köyü için su, elektrik vb. istemeye çalışmasına rağmen kendini bir türlü Türkçe ifade edemeyince de, ‘önce Türkçe öğren, sonra gel bir şey iste’yle azarlanmıştı devleti tarafından. İşte, başımızı iki elimizin arasına alıp üzerinde kafa yormamız gereken bir başka sorun da budur. Bir şeyi savunur gözükürken, aksiyonda başka bir şeyi uygulamaya koymak, sağ gösterirken sol vurmak, kaşıkla verip sapıyla göz çıkarmak olur ki bunda ısrar edildikçe ileri değil, süreç ancak geri götürülür. Kendi dillerinde yayın hakkı verirken her fırsatta bir grubu aşağılamak, kart da kurt da diyerek alay konusu etmekle bir yere varılamaz. Aynen bu insanların seçilmiş temsilcilerini hiçe saymakla varılamayacağı gibi... Tıpkı ‘Türkiye Türklerindir” gibi anakronistik bir yaklaşımla kapalı kalıp çözüm üretilemeyeceği gibi.
Son olarak üzerinde çalışılması gereken bir katman da geçmiş-gelecek bağlantısındaki geçişin pürüzsüz sağlanabilmesinde gizli. Bakan Atalay’ın geçmişe saplanmamak konusundaki uyarısı geleceğe dönük bir projenin iyimserliğini ortaya koymakta hiç şüphesiz. Ancak şu gerçeği inkar edemeyiz: Dünyanın neresinde olursanız olunuz, ister Rawanda’da Hutu Tutsi olunuz, ister Çeçenistan’da Çeçen Rus olunuz, ister Bosna’da Sırp Boşnak olunuz mutlaka geçmişte sivillere karşı işlenmiş suçları “tanımak” ve özür beyan etmek zorundasınız. İyileşmenin ilk adımı budur çünkü. “Evet olmuştur” diyebilmek. Belki özürden de daha önemlidir bu. “Evet yapıldı” diyebilmek. Devlet belki hazırdır her şeyin üstüne bir yorgan çekip ileriye bakmaya, ancak aynı devletin bir görevi de söz konusu vatandaşını kendiyle aynı platforma taşımaktır. Temiz bir sayfaya ancak böyle başlanır. JİTEM’in Güneydoğu’da karıştırdığı işlerin gün yüzüne çıktığı şu günlerde bunu başarmak çok da zor olmasa gerek.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.