İdris-i Bitlisi’den Öcalan’a...
Tarihi Türk-Kürt buluşmasında yapıcı isimler olduğu gibi yıkıcı isimler de vardır. Ayrıştıranlar olduğu gibi bütünleştirenler de vardır. Şüphesiz bütünleştirici isimlerden birisi İdris-i Bitlisi hazretleridir. Bediüzzaman gibilerin ifadesiyle Yavuz’a biat etmiş bir adamdır. İdris-i Bitlisi’nin çizgisi günümüze kadar ayrıştırıcı değil, bütünleştirici çizgidir. Bu çizginin son numunesi de Bediüzzaman Said Nursi olmuştur. Dolayısıyla bu beraberliğin devamı için gerekli karışım ve terkip onlardadır. Lakin günümüze doğru gelindiğinde harici ve dahili nedenlerden dolayı klasik yapı aşınmış haldedir. Bu aşınmış yapıyı yeniden ayağa kaldırmak, tanzim ve tahkim etmek gerekiyor. Kuzey Iraklı Kürtler ile Abdullah Öcalan ve bizdeki kimi liberaller bu yapının Batı direkleri, sütunları ve değerleri üzerinde inşa ve tamir edilmesi gerektiğini savunuyorlar. Bitlisi ve Bediüzzaman çizgisinden gelen bazıları da yine şaşkınlık eseri olarak iltiyam ve bütünleşmeyi Batı formülleri ve ilaçları üzerinden sağlamayı düşünüyorlar. Bu yol kolay gibi görünüyor. Halbuki, Bitlisi-Bediüzzaman çizgisi bu yolu tasvip etmiyor. Tarih aynasında baktığımızda bu yolun kapalı olduğunu görüyoruz. Bediüzzaman, sureta İdris-i Bitlisi ile Yavuz’un anlaşmasına dönmeyi çağrıştırsa da Prens Sabahaddin’in Batı kaynaklı adem-i merkeziyetçi anlayışını tasvip etmemekte ve bunun için konjonktürün de müsait olmadığını ifade etmektedir. Çünkü trend, çıkış trendi değil iniş trendidir ve üstelik yol da kaygandır. Onun için yapıyı olduğu gibi muhafaza daha sağlıklı görünmektedir. Dolayısıyla Kürt açılımının başarılı olması ve yeni bir mutabakatın üretilmesi için umumi cereyan ve ortamın müsait olması gerektiği gibi, aynı zamanda muhatap aktörlerin de müsait ve yapıcı olması ve Bitlisi-Bediüzzaman ekolünden gelmesi veya en azından bu anlayışa yatkın olması gerekmektedir.
¥
Abdullah Öcalan ve benzerleri yeni Kürt açılımı için Avrupa formüllerini örnek olarak verirken hiç ummadık birisi Osmanlı modeline gönderme yapmıştır. Sahip çıkmıştır. Taraf gazetesi yazarlarından Ayhan Aktar, Kürt açılımında Osmanlı modeli başlıklı yazısında Paris’teki Kürt Enstitüsü Başkanı Kendal Nezan’ın İspanya Bask Modeli, İrlanda-IRA modeli veya İskoçya modeli yerine yerli ve tarihi Osmanlı modelinin daha uygun olduğunu söylediğini aktarıyor. Nezan’ın Osmanlı modeliyle alakalı olarak söylediği çarpıcı ve yapıcı sözler şunlar: “Bence Türkiye’deki Kürt sorununun çözümüne en uygun model İspanya modelidir. İngiltere’deki İskoçya modelinden de esinlenebilir. Ama bunlardan daha eski ve iyi bir model var. Osmanlı modeli. Yavuz Sultan Selim zamanında Kürtlere geniş bir özerklik verilmişti. 1514’ten 1846’lara kadar süren model. Kürdistan bölgelerinde Kürdistan beylikleri, hükümetleri vardı. Hükümetler kendi işlerinde tamamen özerk idiler. Osmanlı-İran savaşı olduğu zaman Osmanlı tarafında savaşa katılıyorlardı. Böylelikle Osmanlılar bölgenin en hakim gücü haline geldi. Böyle bir model üretebilmiş bir topluluğun gidip bazı Avrupa merkeziyetçi modellerin etkisinde halkının önemli bir kesimine yabancılaşması gerçekten büyük bir talihsizlik. Osmanlılar’dan örnek alalım.”
¥
Gerçekten de başkalarına model ihraç edecek yerde başkalarından model dilenmek, devşirmek yürek yarası ve hicap unsuru olsa gerek. Türk-Kürt ilişkilerinde üç safha var. Yavuz Sultan Selim’den Tanzimat sürecine kadar; ilişkilerin herhangi bir kederle gölgelenmediği, bahar ayını ve altın dönemi andıran ve temsil eden zaman dilimi. Fransız Devrimi ve onun sonuçlarının doğurduğu Tanzimat ile gelen merkezileşme ve İslami değerlerin gevşemesi sürecinde Kürtlerle Osmanlı ilişkilerinde de gevşemeler ve zaman zaman çatlaklar ve sürtüşmeler yaşanıyor. Bu sürtüşmeler bazen isyanlara dönüşüyor. 1846’lardan başlayan ikinci dönem yani ilişkilerin gölgeli ve çekişmeli ve med cezirli hale geldiği dönem ise PKK kalkışmasına ve isyanına kadar devam ediyor. Bu dönemde kalkışmaların genel karakteri merkezileşmeye karşı veya Türk tarafının kavramlaştırmasıyla feodal içeriklidir. Bu dönemdeki kalkışmaların tipik karakteri din ve feodal çerçevelidir. Bu da, Fransız Devriminin getirdiği rüzgarla Osmanlı’nın kadim değerlerindeki aşınmanın tabii bir sonucudur. Üçüncü devre ise PKK ve Marksist ideolojisi ve onun geride bıraktığı seküler tortular sayesinde Kürtlerin tarihi Kürt kimliğine ve bu çerçevede Türklere yabancılaştıkları devredir ve bunu PKK ruhu temsil etmektedir. Bugün itibarıyla bu süreç de 25 yılını doldurmuştur. Bu süreçte PKK ve yandaşları bozulan kimyalarıyla ayrılıkçılığın odağı haline gelmişlerdir. Burada ruh ikizliği yakalanamazsa hangi formül olursa olsun başarılı olması mümkün değildir. Mesela onlar binlerce Kürt köyünün boşaltıldığını ve isminin değiştirildiğini söylerken ve bundan yakınırken samimi değillerdir. Onlar da Kürt dilini arılaştırma projesi altında aynısını yapıyorlar ve Kürt kimliğinden ve dilinden İslami damarı ayıklamaya ve sökmeye çalışıyorlar. Bu hususta dil mühendisliği yapıyorlar. Aslında şikayet ettikleri şeyin aynısını yapıyorlar. Bu kimyalarıyla birlikte tarihi Kürt kimliğini yok ettikleri gibi, Türk-Kürt kardeşliğini de baltalıyorlar. Mehdi Zana’nın ‘İslamiyet Kürtleri geri bıraktı’ derken söylediği sözler tam da bu bağlama oturmaktadır. Dolayısıyla Kendal Nezan’ın tarihi modele gönderme yapması isabetlidir lakin sorun, bu modele uygun aktörleri bulmaktadır. Doğru modele uygun aktör. Abdullah Öcalan ve şürekasının bu modele uygun olmadıkları ve hatta anti tez ve model oldukları da bir gerçektir. Evet, ortada un, yağ ve şeker var, lakin buna uygun kimyası olan helvacı yoktur. Hammadde var ama imalatçı yoktur. İşte mesele Bitlisi-Bediüzzaman damarından ve çizgisinden yeni helvacı ve helvacılar çıkarmaktadır. Aksi halde Tih yolculuğu veya çıkmaz sokaktaki deveran devam edecektir.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.