Tarihî bir mesele olarak alevilik
“Alevi” kelimesi gibi alevilik de yeni bir mesele değil elbette. “Alevi”, İslâm toplumunun temel ayrışması ile ortaya çıkmış bir isimlendirme. Bu temel ayrışma, hilafet veya imamet ekseninde ortaya çıkmıştır. Hz. Peygamber’in vefatından sonra İslâm toplumunun riyaseti, soya dayalı (ırsî) bir uygulamaya, saltanata dönüştürülebilirdi. Yani, Peygamberimiz’in soyundan gelen yöneticiler, imamlar, halifeler olabilirdi. Peygamberimizin çocukları oldu, fakat erkek çocukları yaşamadı. Amcasının oğlu Hz. Ali, hem kızı Fatıma ile evli olmasından ötürü, hem de erkek torunlarının babası olmasıyla böyle bir mevkiye uygun düşmektedir.
Fakat, İslâm toplumu, riyaset meselesini oldukça akılcı, demokratik bir tarzda ve liyakat esasına göre çözmeyi yeğledi. Hz. Peygamber’in halefi Hz. Ebubekir oldu. Daha sonra Ömer ve Osman halife oldular. Bu süreçte rıza ve biat yolu tutuldu. Hz. Ali de, her üç halifeyi tanıdı.
Hulefa-yı raşidinin, reşid (akıllı, doğru yolu bulan) halifelerin sonuncusu Hz. Ali’dir. Buraya kadar İslâm toplumu, soya dayalı bir yönetim, bir hanedan yönetimi, saltanat olmamıştır. Hz. Ali’den sonra olabilirdi. Konuyla ilgili yıllarca önce yayınlanan Türkistan Türkiye Gergefinde İran (1996) kitabımızda yer alan ilgili bir bölümü biraz kısaltarak aktarmak istiyoruz:
“Sünni İslâm kavrayışı şiayı, aleviliği anlamakta bir hayli zorlanır. Şiilik, bilhassa gelenekleşmiş yanıyla İslâm tarihinin katı bir menfi yorumuna dayanır. Sünniler, İslâm Peygamberi’ne, O’nun ailesine (ehl-i beyt) ve bilhassa damadı amcaoğlu Hz. Ali’ye büyük bir muhabbet beslerler. Bütün olup bitenler karşısında Hz. Ali ile oğulları Hz. Hasan ve Hüseyin’in tarafında dururlar. Yezid’i lanetlerler. Fakat bundan bugüne yönelik bir trajedi çıkarmak istemezler. Tarih olup bitmiştir, öyle veya böyle İslâm bugüne kadar çeşitli yönetimler altında sürmüştür. Hz. Ali’ye duyulan muhabbet, diğer sahabeye, bilhassa ilk üç halifeye –ki Hz. Ali de onları açık ya da zımnî tasvib etmiştir- saygı ve sevgi duymaya engel teşkil etmez. İslâm tarihi de bir kaderdir aslında. Sünni öğretisi bu kaderi zorunlu olarak kabul eder. Onun reddi veya kabulünden dinin yorumunda bir kırılma, değişme veya bozulma olmasını kabul etmez. Konuyla ilgili birçok sorunun cevabı, ‘Allah dileseydi öyle olmazdı’ şeklindedir.
Burada, gerek Hz. Muhammed’in erkek evladının yaşamaması ve gerekse, sevgili kızı Hz. Fatıma’dan olan erkek torunlarının feci sonları bizim için ne kadar acı olsa da ilahî bir takdirdir. Tabiî burada konuya tersinden yaklaşırsak, Hz. Muhammed’in erkek çocuğu olsa idi, O’nun yalnız biyolojik varisi değil halifesi de olması ilk gündeme gelecek ve dava konusu olacaktı.
Hz. Peygamber’in ilk halifesinin damadı ve erkek torunlarının babası Hz. Ali olmamasının da böyle bir anlamı olduğu açıktır. Hz. Ali’den sonra onun çocuklarının kutsal bir saltanat kurmaları yolu açıkken, bunun olmaması yine böyle bir bağlamda anlamlandırılmalıdır. Bu soya dayalı, dünyanın sonuna kadar sürecek bir hanedan yönetimi Kur’an’da da, Hz. Peygamber’in sünnetinde de öngörülmemiştir. Ayrıca doğrudan Hz. Peygamber’in soyundan gelen, maddî ve manevî otoriteyi elinde bulunduran bir yöneticiler silsilesinin Peygamber’den başka kişilerin hata yapmama niteliğini devam ettiremeyeceklerinden, içinde bulunacakları kötü haller yüzünden hem Peygamber’imiz hem İslâm haleldar olacaktı.”
Meselenin tarihi boyutu, bugünün çözümleri konusunda elbette dikkate alınmalı. Fakat meselenin aynı zamanda bir yakın tarih sorunu olduğu da unutulmamalı. Osmanlı toplumunda aleviliğin şehirli yorumu olan bektaşilik meseleyi belli çözümlere kavuşturmuştur. Hacı Bektaş’ın, dolayısıyla Hz. Peygamber’in soyundan geldiği söylenenler “bel oğulları” ile ırsî bir bağı olmayan “yol oğulları” bir çatı içinde bulunmuşlardır. Şimdi aleviliğin meselerinden biri de seyyid oldukları, yani Peygamber soyundan geldikleri söylenen dedelerin konumudur. “Dede”lik soy takip etmekte ve dedelerin belli bilgilere sahip olması, bir öğretimden geçmesi gerekmemektedir.
Modern aleviliğin çağdaşlık ve laiklik vurgusunun bugüne kadar bu konuyla ilgili yeni yaklaşımlar ortaya koyması beklenirdi. Saltanata, hanedana, monarşiye karşı olan; üstüne üstlük rasyonalist ve laik olmak iddiasında bulunan modern aleviler bu konuyu nasıl yorumluyorlar veya tevil ediyorlar? “Alevi Çalıştayı” sırasında yapılan konuşmalarda bu konuyla ilgili bir ipucuna rastlamadık. (Konuya devam edeceğiz: bir sonraki yazımız “Modern Türkiye’nin bir meselesi olarak alevilik”).
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.