Sen okudun da ne oldu?
Beklenen konuklar Habur Sınır Kapısı’ndan giriş yaptılar mı? Ben yazıya oturduğumda henüz gelen giden yoktu.
Gelmeyecekler mi yoksa?
Son anda bir mazeret uydurup kapıdan dönecekler mi?
Hele bir gelsinler, Erkut Abi’nin söyleyişiyle bir soğuk memleket ayranı içsinler, bir soluklansınlar, sonra nasılsa teferruatıyla konuşuruz.
Ben, izniniz olursa, “beklenmeyen”, “unutulmuş”, unutulmasında yarar olacak “konuklar”la ilgili yazmak istiyorum.
İsim vereyim:
Erdoğan Teziç ve Muammer Aydın.
İlkini az buçuk tanıyorsunuz... Memleketin en parlak anayasa hukuku uzmanlarından biri olduğu söyleniyordu... Öyledir de. YÖK’e başkan seçildiğinde, Kürşat Bumin, “Nihayet sözü ve fikri hür bir kişi kurumun başına getiriliyor” mealinde şeyler yazmıştı. Ben de öyle düşünüyordum...
Bize “anglo-saksonmuş gibi” yapan ve maalesef “yediren” Galatasaraylıların sözü ve fikri hür Erdoğan abisi, bırakın selefini (Kemal Gürüz’ü) unutturmayı, bir süre sonra onu aratır hale geldi, hatta selefinden daha kıyıcı bir bürokrat portresi çizmeye başladı.
Bunun bir de akıllara seza “kamusal alan” tarifi vardı.
Polis parkta üstünüzü aramaya kalktığı an, bulunduğunuz yer birdenbire kamusal alana dönüşüyordu. Yani, “devlet görevlisi”nin değdiği ve ayak bastığı her yer (burası yatak odanız da olabilir), otomatikman “kamusal” bir “hale”ye bürünüyordu. Dolayısıyla, devlet iyice görebilsin diye, yatak odasında bile başınızı açmak zorunda kalabilirdiniz.
Başka icatları da vardı Teziç’in...
İki tür iktidardan söz ediyordu. Muhtemelen Weber’i yanlış okuduğu ve yorumladığı için, siyasi iktidarın karşısına “şerik” olarak “devlet iktidarı”nı koyuyordu. Denilebilirse, “demokrasiye şirk koşuyordu...”
Daha da önemli icadını, bir “biraderler” toplantısında dile getirmiş, söyledikleri bir densiz tarafından kaydedilip “Youtube” adı verilen paylaşım sitesinde yayınlanmıştı.
Özetle şöyle diyordu: “E-muhtıra adı verilen Genelkurmay Başkanlığı açıklaması orada durduğu sürece, Abdul
lah Gül Çankaya’ya çıkamaz. Çıkmaya kalkıştığı an yolda kaza olur, araba bozulabilir, elektrik kesilebilir...”
Diğerini (Muammer Aydın’ı) henüz yeterince tanımıyorsunuz.
Bu yazıdan sonra iyice tanıyacaksınız.
Kendisi, İstanbul Barosu Başkanı’dır... Bir avukattır.
Bu avukatın başkanlığını yaptığı sivil kurum, Mahmut Esat Bozkurt adlı müseccel faşist adına her yıl “Hukuk Ödülü” düzenliyor... Bu ödül de, nedense, hep, Ömer Faruk Eminağaoğlu gibi, “hukuk”la problemli isimlere veriliyor.
Bu avukat, aynı zamanda, “Eşitlik, ancak eşit insanlar arasında olur” demiş, diyebilmiş bir adamdır.
Hiç de “beklenmediği” halde, neden bu ikiliyi köşeme “konuk” ettim?
Şundan:
Değerli Teziç ve ondan da değerli Aydın, önceki gün, ÇYDD’nin düzenlediği panelde bir araya gelmişler. Avukat olan bodoslamadan dalmış... Önce “Ergenekon soruşturması”na verip veriştirmiş, ardından “devrim” istemiş: “Yeni bir devrime ihtiyaç var. Her araç her arazide gitmez.”
Teziç de referanduma kafayı takmış...
Şunları söylemiş: “Çözüme gidilemediğinde, çoğunluğu elinde bulunduran parti halka güvendiğini belirterek, ‘referanduma giderim’ diyor. Oysa referandum en tehlikeli sonuçtur. Çünkü milyonlarca cehaletten bir akıl çıkmaz...”
Doğrudur.
Her konuda referanduma gidilmez...
Fakat, burada caydırıcı unsur “halkın cehaleti” olmamalı.
Bizi, halk cahil olduğu için değil, “çoğunluk tahakkümü tehlikesine” karşı zırt pırt referanduma gitmemeliyiz.
Bu Teziç kendini ne sanıyor?
Halk cahildir, seçmesini bilemez de, bir “okumuş” olarak kendisi pek mi seçicidir, pek mi nezihtir, söyledikleri pek mi “akıl ürünü”dür.
Hadi halktan nefret ediyorsunuz, ıstırabınızı anlıyoruz.
Bir de neden küfrediyorsunuz?
Kendisini “aydınlanmış” ve “kurtulmuş” sayanların terbiyesi bu mudur?
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.