Cumhuriyet bayramı münasebetiyle: Yeni Türkiye’nin meşruiyet tanım
Yeni Türkiye Devleti’nin kuruluşu, yapılanışı 1920’lerde İngiltere öncülüğündeki kapitalist dünya karşısında yeni bir güç merkezi oluşturan Sovyetler Birliği’ne endeksli olarak tasarlanmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin oluşumu ile ilgili resmî anlatıma göre, Anadolu’da büyük bir zaferin galibi olan Türkiye tarafı neredeyse bütün dayatmalarını sonuçlandırmış, böylece 1. Dünya Savaşı’nın galibi konumundaki İngiltere ve müttefiklerine karşı parlak diplomatik bir zafer kazanmıştır.
Bu anlatımın bir meşruiyet tanımlaması olduğu açıktır. “Konuyu farklı bir açıdan düşünmek faydasız değildir. 1922’de Anadolu’da Türk-Yunan Savaşı’nın galibi olan kadro, günün dünyasında daha etkili bir devlet için imkânlardan/alternatiflerden tamamen yoksun değildi. Bu imkânların kullanılması halinde bize Lozan Barış Konferansı olarak takdim edilen Yakın Şark İşleri Konferansı’nda daha olumlu sonuçlar elde edilebilirdi. Bunun neden olmadığı konusunda söylenecek şeylerden birisi, merkez devletlerin (daha doğrusu İngiltere’nin) Mücadele sırasında kullandığı insan unsuru ve aletlerle ilgili olmalıdır.
“20. Yüzyılda dünyanın gidişatını etkileyen en önemli olayın, hatta 1917 bolşevik ihtilali değil, Osmanlı Devleti’nin yıkılışı olduğunu bugün rahatlıkla söyleyebiliriz. 1917 Bolşevik devriminin meydana getirdiği etkiler altında kapitalist-komünist kutuplaşması arasında Osmanlı/Türkiye öncülüğünde bir İslâm bloku ortaya çıkabilirdi. Bunun için vasat hazırdı. Lozan Anlaşması bunu önleyen bir belge olarak da olumsuz bir metindir. Çünkü bütün İslâm dünyası umutsuzluğa düşürülmüş, zulüm ve sömürge altında kalmaya mahkûm edilmiştir. Ondan sonra, İslâm dünyası sömürgeciler için hiç bir şeyin değişmemesi, batı sömürüsünün her halükârda devamı için büyük değişikliklere sürüklenmiştir.”1
Üç nesildir tekrarlanıp duran yeni Türkiye’nin resmî meşruiyet tanımının gerçek ve mantıkî gerekçeleri, hiç bir şekilde ortaya konulmamıştır; hatta bu konuların düşünülmesi bile istenmemiştir. Bu hususta nâdir istisnalardan biri, 1960 darbesinin genç elemanlarından (kurmay yüzbaşı idi), Alparslan Türkeş’in arkadaşı, fakat partileşme süreci içinde, yolları ayrılan Muzaffer Özdağ’ın görüşleridir. Ona göre, milletimiz İslâm âleminin hâmisi ve velisi mevkiinde çağlar boyunca bütün bir dünya ile sürekli savaş hâlinde bulunmuş ve milyonlarca evladını İslâm’ın serhaddi kabul edilen diyarlarda feda etmiştir. Bütün servet ve kudretini bu uğurda sonsuz bir özveri ile sarf edişinin en belirgin sonucu, “kesin hesaplaşma saatinde İslâm düşmanı güçler karşısında yalnız kalmak ve bu güçlerce acımadan yok edilmesi elzem sayılan bir hasım kabul edilmek olmuştur”.
19. yüzyıl boyunca İslâm ülkeleri peşpeşe sömürgeleştirilmiş, 20. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin tasfiyesi ve Türk unsurunun imhası ile bu süreç tamamlanmak ve emniyete alınmak istenmiştir... Türk’e saldıran 1. Cihan Savaşı’nın galipleri gerçekten bütün dünyada emsali görülmemiş bir üstünlüğün temsilcileri mevkiinde bulunmaktadırlar... Afrika’nın neredeyse tamamı, bütün Arap ülkeleri, Hindistan, Ortaasya ve Uzakdoğu müslümanları kendi yurtlarında yurtsuz, devletsiz, başsız, çaresiz ve aşağılanmış haldedir.
Mücadelenin eriştiği noktada fiilen 350 milyonluk yekpâre İslâm âlemi değil, esarete rıza göstermeyen, yenilgiyi kabul etmeyen yorgun ve yaralı Türkiye vardır... “Türkiye Kurtuluş Savaşı’na evrensel çapta bir din savaşı mahiyeti kazandırmak, İslâm cenahı yönünden uygulanabilirlik imkânından fiilen yoksun olmasına rağmen mücadeleye böyle bir sathi görünüm verilmesi halinde, Türkiye türklüğünün, varlığına kasteden saldırıları kırıp barışa, huzura ve güvenliğe erişebilmesi, bağımsızlığını âleme kabul ettirebilmesi için emperyalizme kiralanmış Yunan Ordusu’nu imha etmesi asla yeterli olmayacaktır. Zira böyle bir durumda halk kitlelerini bin yıllık haçlı taassubunu kolaylıkla ateşleyerek denetimine alma imkânını bulacak emperyalist hükümetler, Anadolu üzerine peşpeşe yeni ordular göndermekte, kendi halklarını da caniyane planları doğrultusunda savaşa sürüklemekte zorluk çekmeyecektir. Şu halde Türk Milleti’nin öz yurdunda hayatını korumak için gireceği mücadelenin, Türk İstiklâl Savaşı’nın siyasî programının ve şiarının -lâfzen ifade edilmemiş olsa dahi- laik millî Türk devleti olması kaçınılmaz bir askerî, siyasî, maddî, mantıkî zarurettir... Yeni Türkiye’nin baş emelinin iç ve dış barışı korumak olması ve bunun için bazı fedakârlıklara katlanması sebepsiz değildir. Yeni Türkiye’nin laik devlet oluşu İslâmî iman ve itikadı reddetme, bir başka din ve mezhep arama, dinsiz toplum yaratma çabası değil, zaferle elde edilen sonuçları güvene alma, barışı koruma ve sürdürme amacıyla ilgili psikolojik, politik, diplomatik tedbir olarak görülmeli ve anlaşılmalıdır.”2
Özdağ’ın yorumuna esas olan hususlarla ilgili olarak elbette söylenecek şeyler vardır. Millî Mücadele’ye verilen islâmi renk ve Anadolu’nun bütün İslâm âleminin mücadele merkezi olduğu yönündeki tutum alışlar konusunda Mağlubiyet İdeolojisinin Sonu kitabımızın 4. bölümüne bakılabilir.
1. Dünya Harbi’ni zaferle neticelendirmiş olan müttefik güçler, harp sonrasında büyük bir askerî harekat yürütecek durumda değillerdi. Hem iktisadî olarak buna imkânları yoktu, hem de kamuoyları yıpratıcı bir harbin sonunda bezgindi. Diğer taraftan, İngiltere, Fransa ve İtalya’nın Türkiye’ye karşı bir harekatı, kesinlikle Sovyetler Birliği’nin elini işin içine sokardı ve Türkiye, zorunlu olarak Sovyet Bloku içinde kalırdı. Batılıların bu riski hesaplamadıklarını sanmıyoruz. Diğer taraftan, Türkiye’yi işgal eden üç müttefik, bir çok konuda uzlaşamıyordu. Önce İtalyanlar, sonra Fransızlar İngiltere’nin yanından ayrıldılar, ancak Lozan’da Osmanlı mirasını paylaşmak için masaya oturdular. Bu itibarla, Yunanlıların mağlubiyetinden sonra, batıyla bir hesaplaşma savaşı ihtimali çok zayıftı.
Bu tespitlerimizi bir yana bırakarak, Özdağ’ın değerlendirmelerine dönersek, yeni Türkiye’nin meşruiyet zemininin tamamen “taktik” olarak belirlendiği sonucuna varırız. Bütün yapılıp, edilenlerin, çok övünülen devrimlerin ve laiklik ilkesinin büyük düşman korkusu ile mecbur olunan taktik icabı şeyler olduğu kabul ediliyor. Bizim daha önce, “savaş sonrası ideolojisi” olarak nitelediğimiz de tam bu durumdur.3
Bu durumda, kemalizmin 1920’li yılların şartlarında geliştirilmiş bir savaş sonrası ideolojisi olduğu düşüncesi kuvvet kazanmaktadır. Bu strateji o zamanın şartlarında Anadolu’daki mevcudiyetimizi korumak için takip edilmiştir. Bu dönem çok geride kalmış, dünya şartları tamamen değişmiştir. Türkiye’nin bugünün şartlarını doğru değerlendiren, batıyla ilişkilerini kesmeden dünyayı gözeten yeni bir strateji takip etmesinden başka yol kalmamıştır. 1920’lerin savaş sonrası ideolojisinin bugünün dünyasında tek geçerli yol olarak savunulması bir çağ yanılmasından başka bir şey değildir. (Bugünkü yazımız, Mağlubiyet İdeolojisinin Sonu isimli kitabımızın sonuç bölümünden alınmıştır).
Dipnotlar:
1- A.Osman Eğilmez: Türkiye Cumhuriyeti Tarihine Giriş, sf. 148
2- Muzaffer Özdağ: Türkiye ve Türk Dünyası Jeopolitiği Üzerine. Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi Yayınları, Ankara 2001
3- Bkz. D. Mehmet Doğan: Bir Savaş Sonrası İdeolojisi: Kemalizm. 2. bs. Konya, 1994, bilhassa sf. 89 vd.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.