Başbuğ, 'sivil iradenin emrindeyiz' dese...
Büyüklerimiz, "kurumlar arası çatışma yok" diyor. Ancak kurum mensuplarının karşı karşıya geldiği çok açık. Mesela, gözaltılarda, askerle polis karşı karşıya...
En sonlardan bir örnek; Çukurambar'da yakalanan subay; "kâğıdı cebime polis koydu" diyor. Mesela Albay Dursun Çiçek'le ilgili olarak, Adli Tıp uzmanları, "imza ıslak" diyor, askerler "kuru" diyor. Mesela, Özden Örnek, "günlükler benim değil" diyor. Genelkurmay Başkanı'mız; "bu ifadeye itibar edilmeli" diyor. Üç kişilik bilirkişi ise; "günlükler, Deniz Kuvvetleri Komutanı'nın bilgisayarından çıkma" diyor. Mesela, Cumhurbaşkanı Sayın Gül, TSK'ya destek mesajları verirken, Çukurambar'daki Albay E.Y.B., ifadesinde; "Ajandamda Abdullah Gül ile başlayan yazı bana ait değildir. Oğluma aittir. Oğlum 16 yaşındadır. 'Musa'nın Gülü' kitabından bana özet çıkardığını söylemiştir." diyerek başka bir mesaj veriyor. (Bu kitabın kapağında, Sion yıldızı içinde Abdullah Gül'ün fotoğrafı var. 'Musa'nın Gülü' yakıştırması, bu ülkenin Cumhurbaşkanı için yapılıyor. Kitabın yazarı, Ergenekon tutuklusu Ergün Poyraz. Kimlerin yazdırdığını artık siz tahmin ediniz...)
Ancak işin çığırından çıktığının çok çarpıcı bir fotoğrafı var. Seferberlik Tetkik Kurulu Ankara Bölge Başkanlığı'ndaki kozmik odada, halen çalışmalarını sürdüren hâkimin "takip ediliyorum" demesi üzerine, Ankara'nın orta yerinde iki sivil araç durduruldu. Genelkurmay'dan yapılan açıklamalardan anlıyoruz ki; birinci araç "Deniz Kuvvetleri Komutanı'nın konutuna tahsisli... O günkü 'görev' esnasında dondurma, yaş pasta, kuruyemiş almaya gitmişler. İkinci araç da, "iki şoför, bir elektrikçi, bir marangoz askerden müteşekkil ve korgeneralin konutuna tahsisli olup konutun bir ihtiyacı için" yolda bulunuyorlar...
Doğruyu kim söylüyor olursa olsun, bu açıklamalar pek çok insan gibi beni de rahatsız ediyor. Hele olay yerine, Ankara Garnizon Komutanı ve 4. Kolordu Komutanı Korgeneral Mehmet Emin Alpman ile iki albayın koşarak gelmesi, büsbütün rahatsız edici. Madem arabadakiler aşçı, elektrikçi ve marangoz, koskoca korgeneralin o koşturması neyin nesi?
Evet, kimse kurumlar arasında çatışma istemiyor. Ama herkesin gözü önünde kurum mensuplarının bir karşı karşıya gelişi var. Muhalefet de sağ olsunlar, ateşe ha bire körük sallıyor. Sayın Baykal'ın son ifadesi şöyle: "Kurumlar arası çatışma falan yok. Silahlı Kuvvetler'e saldırı var. Saldırı da hükümetin bilgisi ve himayesi altında yapılıyor." Ergenekon davası, Cumhuriyet'in yönetici elitleri için karar anını anlatıyor. Toplum, demokrasiden, hukukun üstünlüğünden, herkesin hesap vermesinden yana bir karar verdi. Şimdi, Kemalist-laikçi-otoriter elit yönetici sınıf da bir karar vermek zorunda. Darbe yapılamıyor. Muhtıra vermek bile zorlaştı. Yeni bir seçimde, kendilerini yeniden iktidara taşıyacak bir tablo da görülmüyor. İnatlaşma ve çatışmaya devam mı, yoksa tarihî bir mutabakat arayışı mı? Yönetici elitler, karar vermeden önce acı da olsa, şu gerçeği kabul etmek zorundalar: Askerî vesayet rejimi bitiyor. Bu rejimin bütün payandaları yıkılıyor. Medya, eski medya değil.. barolar bile, eski barolar değil.. üniversiteler eski üniversiteler değil.. halk, eski halk değil.. iktidar, eski iktidarlara benzemiyor.. Türkiye, eski Türkiye değil...
Türkiye, yola askerî vesayet rejimi ile devam edemez. Tarihî mutabakattan başka yol yok. O da sadece demokratik zemini işaret ediyor. Genelkurmay Başkanı'mız, yine bütün generalleri arkasında toplayıp; "Şunu herkes bilsin ki, cuntacıları bünyemizden atacağız. Darbeyi aklından geçiren bile aramızda barınamaz. Türkiye'nin, demokratikleşmekten başka çaresi yoktur. Türk Silahlı Kuvvetleri, bütün demokratik ülkelerdeki gibi sivil iradenin emrinde olmalıdır. Bunun için Milli Savunma Bakanlığı'na bağlanmamız gerekiyor..." dese, bu ülkede ne gerilim ne çatışma kalır. Bu millet, ordusunu bağrına basmak istiyor. Ama vesayet dikenleri, buna imkân vermiyor...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.