Ya ol ya da ol
Erich Fromm’un ‘Sahip Olmak ya da Olmak’ adlı bir eseri var. Esasında Nirvana’nın bir başka versiyonu gibidir. İnsanın yok olmadan var olamayacağını ya da nefsini köreltmeden izzet-i nefse ulaşamayacağını beyan eder. Rahmetli Necip Fazıl’a atfedilen Necip Fazıl keskinliğinde bir söz vardır: Yo öl ya da ol... Gerçekten de ölümsüzlük ölümden geçmektedir. Ölüm şerbetini içmeyenler yeniden doğamazlar. Bu anlamda, nefsinin azgınlığını gemleyemeyen ve köreltemeyen insanlar kemal mertebesine eremezler ve orada yeniden doğamazlar. Bugün İslâm aleminin siyasi ve sosyal vaziyetine baktığımızda eski hal muhal berzahındayız. Geride ya olmak ya da ölmek kalıyor. Veya ya yeni hal ya da izmihlal durumu beliriyor. Mevlana bunu ne güzel özetlemiştir:
Her gün bir yerden göçmek
Ne iyi
Her gün bir yere
Konmak ne güzel
Bulanmadan, donmadan
Akmak ne hoş
Dünle beraber
Gitti cancağızım
Ne kadar söz varsa
Düne ait
Şimdi yeni şeyler
Söylemek lazım…
Sanmayın ki, bu sözler diğer sufiler taifesine yabandır ve yabancıdır. Mevlana, sufilere revnak katmış ve sözlerine cila vurmuştur ama ondan önce de, kelam-ı kibar daima kibar-ı kelam olmuştur. Mevlana’nın Farsça olarak terennüm ettiği bu sözleri sufiler Arapça olarak şu vecizeye sığdırmışlardır: İnne kulle vaktin lehu kelamun cedid gayre’l aher. Her vakte ait değişik bir söz vardır. Dolayısıyla hakikatin dili sınırlı değildir.
*
Bugün İslâm dünyası külli bir tıkanma halindedir. Bu da külli bir değişim ve zuhura vabestedir. BAE’de yayınlanan al Bayan gazetesinde yazan Subhi Gandur, ‘Tek ümmetin çok boyutlu krizi’ başlıklı yazısında (http://www.gulfinthemedia.com/index.php?m=opinions) bu krizlere veya hastalıklara temas ediyor. Hastalıklı bir bünyeye sahip olduğumuz inkarı kabil olmayan bir gerçektir. Kardeşliğin mertebelerinde yazmaya çalıştığımız gibi krizlerin de meratibi yani mertebeleri var. Bunun nedeni fikirde ve ideolojide eksen kaymasına uğramamızdır, Bu bağlamda adaleti sağlayamamamız ve silsile-i meratibi yerli yerine oturtamamamız ve değerler manzumesinde hiyerarşiyi teori ve pratikte temin edemememizdir. Sözgelimi, Gandur’un yazdığı gibi, Irak’ta vatanperverlikle milliyetçilik arasında hiyerarşik bir bütünlük ve uyum sağlanamamıştır. Onun için iki alanda çatışma yaşanıyor. Araplar genelde vatanperverlik noktasında hassasiyetlerini sürdürürken Kürtlerin pek de öyle bir kaygısı yoktur. Vatanperverliğe pek aldırış etmemişlerdir. Daha doğrusu, ABD ile işbirliği halinde olanların vatanperverlik hassasiyetleri ya körelmiş ya da yok olmuştur. Buna mukabil, Kürtlerin milliyetçiliğe önem verdiklerini ve bunu din ve vatan bağının üzerine çıkardıklarına şahit oluyoruz. Bu durumda, hiyerarşik bağlamını kaybetmiş olan milliyetçilik dürtüsü ve anlayışı nifak ve zındıkanın kümelendiği ve perdelendiği bir boyut haline gelebilmektedir. İşgal altındaki Irak’ın sosyal hastalıklarından birisi, külli referans olan dini referansı ötelediği gibi dini referans arasındaki parçalanmışlık ve tenasüpsüzlüktür. Bu tenasüpsüzlüğe ve parçalanmışlığa taifiyye belası diyoruz. Bu sayede ve çarpık anlayış muvacehesinde dini alt kimlik olan mezhebi alt kimlik, bütün diğer müspet mertebelerin üzerine çıkmıştır. Kimi adem-i merkeziyetçi Şiiler dini alt kimlik olan taifiyye ile vatanperverlik makamının üzerine sıçradıkları gibi dini üst kimliği de aşmışlar ve yıpratmışlardır. Şiilerden bir kısmı en azından Kürt bölgesi gibi, dini alt kimlikle siyasi i’tizalcilikle (infiradcilik) uyumlu bir biçimde federatizm istemektedir. Subhi Gandur’un yazdığı gibi Irak’ta her türlü iç ve dış hastalık numunelerini üzerinde barındırmaktadır. Yemen de böyledir. Sudan da bir başka örnektir ve dolayısıyla bu ülkeler ABD’nin tasnifiyle başarısız devletler olmaya adaydır. Bunlar Somalileşme yolunda ilerlemektedir. Mısır gibi ülkelerde ise hem iktidar hem de muhalefet güven kaybetmiş ve güven tesisinden çok uzaktır. İktidar çürüdüğü gibi alternatifi de umut vaat etmemektedir. Siyasi yapıları köhnemiş ve muhalefetten de umut yoktur. Lakin Subhi Gandur’un da beyan ettiği gibi, vahiy ve peygamberler diyarında statüko muhaldir ve değişim kaçınılmazdır. Bölge duran bir göl değil coşkun bir nehir mesabesindedir. Bu değişimin de iki ucu vardır. Dirilmek ve yok olmak. Lakin zamanın bu diliminde bu bölge için ölüm yasak diriliş ise kaçınılmazdır. İsrail bölgede değişimin dinamosudur. Belki de İsrail olmasaydı Arap diyarı çoktan ölüme mahkum olmuştu bile. İsrail dinamiği ise buna mani olmaktadır. Dolayısıyla eski hal yani statüko muhal olmakla geriye iki seçenek kalmaktadır. Bu seçeneklerden birisi yeni hal diğeri de izmihlaldir. Lakin izmihlali de ötelediğimizde geriye tek seçenek kalmaktadır: Olmak ya da olmak. Dirilmek ya da dirilmek...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.