Said Nursî: Asgarî şartlarda İslâm
Said Nursi, Cumhuriyet dönemi için yeni bir şahsiyet değildir aslında. Genç yaşında aktif olarak eğitimden siyasete çok ve çeşitli konularla ilgilenen Said Nursi, 1907’de doğuda tasarladığı bir nevi üniversiteyi, Medresetü’z-Zehra’yı kurabilmek için İstanbul’a geldi. Bu tarihten sonra çok hareketli bir hayat yaşadı. 2. Meşrutiyet ilân edilirken Meşrutiyet tarafdarı olarak Selanik’te idi. 1909’da İttihad-ı Muhammedi Fırka (parti)sinin kurucuları arasında yer aldı. 31 Mart Vak’ası dolayısıyla tutuklandı, fakat beraat etti. Saidi Nursi hayatının bu safhasında Kafkas Cephesinde savaş ve esaret dahil bir çok hadisenin içinde oldu. Milli Mücadeleyi desteklemiş olmasına rağmen, Milli Mücadeleden sonraki ortamdan ötürü Van’a gitti ve bir dağda münzeviyane yaşamaya başladı. Bir kaç talebesiyle yaşadığı bu hayat belki de sonraki pasif mücadelesinin hazırlık safhasıydı. Şeyh Sait olayıyla ilintilenerek tutuklandı.
Said Nursi önce Burdur’a sürülür, daha sonra o zamanlar Isparta’nın ıssız, ulaşılması güç bir yöresi olan Barla’da ikamete mecbur edildi. Cumhuriyet yönetimi Said Nursi’yi bu ıssız yere sürerken, onu etkisiz hale getirdiğini ve hatta bir anlamda yok ettiğini sanıyordu.
Said Nursi bu sarp sürgün yerinde iki şeyi gösterdi. Birincisi “asgarî şartlarda dahi islâm” olarak kısaca ifade edilebilir. Elinde hiç bir imkân olmadan, ulaşılması zor, küçücük bir köyde yaşamaktadır. Belki de bütün gıdası günde bir tas çorbadan ibarettir. İkincisi, çağdaş iletişim imkânlarının hiç birine sahip olmadan kitleleri etkileyen tebliğin mümkün olduğunu gösterdi. O bütün iletişim merkezleri kontrol altına alınmış, yayın kanalları islâma kapatılmış bir ülkede düşünme ve bunu yaymanın, böylece geniş taraftarlar kitlesine ulaşmanın mümkün olduğunu isbat etti.
Bediüzzaman, ıssız bir köy olan Barla’ya tecrit maksadıyla sürülmesini, Allah’ın büyük bir rahmete çevirdiğini söyler: “Benim Rabb-i Rahimim, beni Kur’anın hizmetine ziyade istihdam etmek ve Sözler namiyle envar-ı Kur’aniyeyi bana fazla yazdırmak için, dağdağasız bir surette beni şu gurbette bırakıp bir küçük merhamete çevirdi. Hem ehli dünya, dünyalarına karışabilecek bütün nüfuzlu ve kuvvetli rüesaları ve şeyhleri kasabalarda ve şehirlerde bırakıp akrabalarıyla beraber herkesle görüşmeye izin verdikleri halde, beni zulmen tecrid etti, bir köye gönderdi. Hiç akraba ve hemşehrime, bir iki tanesi müstesna olmak üzere yanıma gelmeye izin vermedi. Benim Halik-ı Rahimim, o tecridi, benim hakkımda bir azim rahmete çevirdi. Zihnimi safi bırakıp, gıll ü gıştan âzâde olarak, Kur’an-ı Hakimin feyzini olduğu gibi almağa vesile etti. Hem ehl-i dünya, bidayette, iki sene zarfında iki âdi mektubu yazdığımı çok gördü. Hatta şimdi bile on veya yirmi günde veya bir ayda bir iki misafirin sırf ahiret için yanıma gelmesini hoş görmediler, bana zulmettiler. Benim Rabbi Rahimim ve Halık-i Hakimim, o zulmü bana merhamete çevirdi ki, doksan sene manevi bir ömrü kazandırıcak şu şuhur u selasede, beni bir halvet-i mergubeye ve bir uzlet-i makbuleye koymaya çevirdi.”
Bu satırlarda ifade edilen bir gerçek de, dışarıdan gelecek hiç kimse ile temas ettirilmemek istenmesi ve mektup dahil iletişim imkânlarından istifadesinin men edilmesidir. Said Nursi, fikirlerini yaymak bir yana, zaman zaman kaydetmek için dahi araçlara ve malzemeye sahip olamamıştır. En enteresan örneklerden birisi, Denizli hapishanesine kağıt sokulmadığı için Meyve Risalesi’ni kibrit kutusu gibi kağıtlara yazmak zorunda kalmasıdır. (Yarın devam edeceğiz)
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.