Asıl fotoğraf, terör değil...
Her gün bayrağa sarılı şehitler on binlerin omuzunda toprağa verilirken, asıl fotoğrafı görmek kolay değildir.
12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 darbelerinden önce aylarca, her gün 10 ila 30 gencimiz katledilirken de biz asıl fotoğrafı göremedik. Uğur Mumcu, Abdi İpekçi, Çetin Emeç öldürüldüğünde de görmedik, göremedik. Laik kesim "irtica" tehdidinin büyüdüğüne inandırılmaya çalışılırken, sağcı muhafazakâr kesim, komünist tehlikenin adım adım ilerlediğini görmeye zorlanıyordu. Sonra Sünniler için Alevi tehdidi, Aleviler için Sünni tehdidi sahneye sürüldü. Maraş, Çorum, Sivas olayları, İstanbul'da Gazi Mahallesi'ndeki provokasyonlar, hep asıl fotoğrafı görmemizin engellenmesi için tezgâhlandı. İnsanlar, Madımak Oteli'nde diri diri yakıldılar. Görmemizi istedikleri sahte fotoğrafın, sahici olması için binlerce faili meçhul cinayet işlendi. Şimdi de Kürtler ve Türkler karşı karşıya getirilmek isteniyor. Kanlı terör olaylarının, tıpkı daha önceki kanlı cinayetler gibi, asıl fotoğrafı görmeyelim diye, "Kürt isyanı" olarak gösterilmeye çalışılması tam bir tuzaktır. Anaların gözyaşı üzerinden, acılı yüreklerin feryatları üzerinden kabaran milliyetçiliğe, Kürtleri hedef göstermek, evet hain bir tuzaktır. Biz Türkleri, "durun, Kürtler bizim kardeşimiz, bu bir oyun, kardeşliğimiz biterse, hepimiz biteriz" demekten bile çekinmeye zorluyorlar... Onun yerine, "bütün Kürtler PKK'lı, vatanı bölecekler, kanmayalım" dememizi istiyorlar. Bu ülkeyi, birbirimize dar etmemizi istiyorlar. Bilhassa bir kısım medya, her demokrasi dışı müdahale öncesinde, neyi görmemiz isteniyorsa, onu göstermede en etkili araç olmaya devam ediyor...
Asıl fotoğraf, bu ülkede demokratikleşmenin engellenerek, vesayet sisteminin devam ettirilme çabasıdır.
Evet, Kürt sorunu ile PKK terörü iç içedir. Ama devlet içindeki kirli ve kanlı yapılarla da terör iç içedir. Ergenekon davasının asıl anlattığı da tam budur. Asker içindeki cuntalar, sivil iradeye tahammülsüzlükten bir türlü kurtulamıyor.
Ama en kötüsü, vesayet ve demokratikleşme mücadelesinde her kurumun yıpranmasıdır, güven kaybetmesidir. Kurum olarak, Türk Silahlı Kuvvetleri, gözümüzün önünde yıpratılıyor. Yargı, hiç bugünkü kadar güven kaybetmemiş, belli odakların oyuncağı haline gelmemişti. Hakeza medya. Düşman cephelerini oluşturan mevzilere dönüştük... Kurumlardaki insaf sahibi insanlar, mesleklerinden utanır hale geldi.
Bakınız, Ergenekon mahkemelerinde, yüksek yargıda can havliyle yapılan statüko hamleleri, işin çığırından çıktığını gösteriyor. Adeta kılıçlar çekilmiş vaziyette. Artık, hukukun kuralları geçerli değil. Keza, Anayasa Mahkemesi önündeki referandum paketiyle ilgili alınacak karar, yeni tartışmalara, çatışmalara gebe. Ve giderek yükselen siyasal ve toplumsal gerilim; kin, nefret ve hissiyatın kamçılarıyla bir sarsıntıya dönüşmek üzere.
Böyle zamanlarda sekinet, sağduyu, mantık ve ortak akıl, pırlanta kadar kıymetli hale gelir. Değilse, çekilen kılıçlar kınına girmezse, ülkemiz, geliyorum diyen bir felaketin tam ortasına yuvarlanacaktır.
Hepimiz aynı gemideyiz ve gideceğimiz tek bir liman var: Demokrasi... Evet, bugün sahil-i selametin adı bellidir: Demokratikleşme...
Kürt sorununu da, Sünni-Alevi ayrımını da, laik-laik olmayan kutuplaşmasını da ancak demokratikleşme ile çözebiliriz. Ekonomik refahı da, huzuru da, modern ve güçlü orduyu da ancak demokratikleşme sağlayabilir.
Ergenekoncular, onları taşeron olarak kullanan hukuk dışı yapı, inadından vazgeçecek. Vazgeçmek zorundalar. Cuntacıların, suçluların, faili meçhul cinayetleri işletenlerin arkasında kimse durmayacak. Durmamalıdır...
Adaleti erteleyemeyiz. Ya da olan oldu, artık geçmişi unutalım demek çözüm değil. Suçlular adalete teslim edilmeli ki, yeni suçların kapısını bir daha kimse aralayamasın... Cuntacılar hesap vermeli ki, yeni cunta heveslileri ordumuz içinde barınamasın, cesaretlenemesin, korunamasın, kollanamasın...
Asıl fotoğraf, terör olayları değil, demokratikleşmenin sancıları...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.