Zindandan dedeme veda
Bahtımız böyle imiş; zindandan çıktık 12 Eylül’e tosladık. İstanbul Atatürk Havalimanı’na indiğimizde pasaportlarımız olmadığından dolayı sıkıntı yaşayacağımız aşikardı. Mısırlılar bizi böyle devretmişlerdi. Sonunda dediklerini yapmışlar ve bizi olağanüstü bir dönemin generallerine havale etmişlerdi. Havaalanında bizi bekler bir ekip bulduk. Bizleri aldılar Gayrettepe Birinci Şube’ye getirdiler. İşlemleri yaparken polisler aracı yolun ortasına park ettiler. İçinde de biz vardık. Belediye otobüsü geldi yolun ortasına park edilmiş polis aracına vurdu. Polisler telaşla geldiler, bizi de şahit gösterdiler. Halbuki, yüzde yüz kendileri haksızdı. Bizim de şahitlik yapacak halimiz zaten yoktu. 9 gün Gayrettepe’de kaldık, bize Arap ülkelerinde okuyan talebeleri ve bazı isimleri sordular. Bu isimlerden bazılarını ilk defa duyuyordum. Bizi tasnif etmeye çalışıyorlardı. Ahmet Ramazan gibi isimleri ve Yaşar Hoca gibi zevatı sordular. Bunlardan bir kısmını tanımıyordum. Sadece isimlerini duymuştum. Zaten bizim kişilerle değil ilmi meselelerle alakamız vardı. Bir de bana sanki havaalanında el sallayan bir bayan fotoğrafı gösterdiler. “Bu senin neyin oluyor” dediler. Ben de “Böyle bir tanıdığım yok” dedim. Şaşırtmaca mıydı yoksa bir ileri zeka oyunu mu?
Birinci Şube’de sorgulasalar da bizi zemin katlarda ve yeraltındaki hücrelerde misafir ediyorlardı. Buranın hücreleri daha fenni ve teknik idi. Lazoğlu’nu arattığı söylenebilir. Banyo veya lavaboya giderken bazı dindar simalara rastlıyorduk. Lakin çelik duvardan hücrelerin bölümüne ilk girdiğimizde ilk sıralarda bayanların olduğunu fark ettik. O da şöyle oldu. İdeolojiler arasında en sosyal grup solculardı ve aralarında bol sayıda bayan da yer alıyordu. Onlar kadın erkek meselesini aşmışlar ve kafayı üretime ve tüketime yani ortaklığa veya eşitliğe takmışlardı. İçeri damlar damlamaz baktık sağlı sollu hücrelerden bayan sesleri geliyor ve bize nerede yakalandığımız soruluyordu. Kahire, Mısır derken herhalde bir şey anlamamış olmalılar. Polisler bizim adımıza cevap verdiler. “Onlar camide enselendiler!” Kızlara bizim adımıza cevap verirken bize de Kahire’nin kızlarını soruyorlardı.
¥
Galiba Milli Emniyet’le birlikte sorgumuzu müştereken yapıyorlardı ve bundan dolayı da sorgu sırasında bir iki defa yüzümüzü bağladılar. Burada da bel kayışlarımıza el koymuşlardı. Bizim onların dağarcığına katacağımız bir bilgi kırıntısı yoktu. Altı üstü dinini seven ve bunun için ilim tahsil eden talebelerdik. Zaten üçümüz de dördümüz de farklı meşreplerde insanlardık. Ortak bir yönümüz bile yoktu. Yine de 9 gün gibi uzun bir süre bizi misafir ettiler. Sonrasında bizi marş marş Selimiye’ye gönderdiler. Askeri hakimin karşısına çıkacaktık. Orası ise bir başka alemdi. Askeri hapishane idi. Selimiye’de bir altta bir de üstte hayat vardı. Üstte askerlerin hayatı, altta ise mahkumların hayatı vardı. Burada da fazladan 22 gün kaldık. Böylece bir ayımızı da Türkiye’de tamamlamıştık. Selimiye’de banyo yapabiliyor ve karavanaya talim ediyorduk. Bir gün on ya da yirmişer kişilik hücremize yaslanmış birisini fark ettik. Bir de ne görelim. Revak’ta tam karşı odada yer alan Mustafa Uğuz adlı arkadaşımızla kafa kafaya geldik. Bir o eksikti. Mustafa da gelince dörtlendik. Meğerse Mustafa bazı Mısır köylerine gitmiş ve bunu da suç saymışlar ve arkamızdan postalamışlar ve gecikmeli de olsa bizim kafileye katmışlardı. Hücrede genellikle solcular vardı ve Darvinizmden bahsediyorlardı. O sıralarda gazeteler geliyordu. Ve Nazlı Ilıcak’ın çıkardığı Bulvar gazetesi de bunlardan birisiydi. Müstehcenliğin amiral gemisi gibiydi. Bazen de eyyamcılar geliyordu aramıza. Onların dünyası ise ayrıydı. Arada sırada içtimaya çıkıyor ve nizamiye yürüyüşü yapıyorduk. Yine de fazla beklemeyeceğimizi umut ediyorduk. Nihayetinde 22 gün sonra hakim karşısına çıktık ve bize ‘Sizi Mısır makamları ihraç mı etti?’ diye sordu. Biz de ayısını yaptılar dedik. Hakimle anlaşmıştık. O da bize takipsizlik kararı verdi ve kendimizi İstanbul’da yapayalnız ve kimsesiz bulduk. Otobüs terminallerinden dağılmak üzere Topkapı’ya geldik ve arkadaşlarla bir iki gün kalarak herkes kendi memleketine yollandı. Sur içinde kalmıştık. Mevsim henüz ilkbahara yeni girmişti ve soğuk vardı. Topkapı’da dikkatimi çeken 12 Eylül rejiminin getirdiği Afganistanlı Türklerdi. Bir de giderken gelirken dini sosyal ve hayatın vaziyetini merak ediyordum.
¥
Otelde Reşid Rıza’nın Muhaveretü Muslih ve’l Müfsidi ve benzeri kitapları okudum. İstanbul’u keşfetmeye çalışıyordum. Zayıflamış bir halde Adapazarı’na döndüm. Sene 1982’yi gösterirken ya Nisan ya da Mayıs aylarından birisinin 22’si olması lazımdı. 2 katlı müstakil evimizin merdivenlerinden tırmanırken nenemle karşılaştım. Göz yaşlarını bıraktı. Meğer dedem vefat edeli bir ay kadar olmuş. Belki de İstanbul’da tutulmasaydım dedemin cenazesine kıl payı yetişebilecektim. Dedem son olarak beni Medrese-i Yusufiye’de görmüş yani mecazen değil gerçek anlamda. Mısır’da zindanda görmüş ve rüyasından sonra kendi kendine ve etrafına şöyle söylenmiş ve dert yanmış: “Türkiye Mustafa’ya dar mı geldi de Mısır’a gitti?” Böylece dedemle rüya ile zindandan vedalaşmış olduk. Dedem diyorum zira anne babam Almanya’da idiler. Türkiye’den çıkalı tam 4 yıl olmuş ve bu zaman zarfında hiç uğramamış ve simidine bile hasret gitmiştim. Sonra zoraki olarak yeniden böğrüne dönmüştük. Bizim Kenan’ımız da Anadolu’ydu.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.