Mesajımızın sonuna geldik
Muhterem Osman Nuri Topbaş hocamızdan iktibas (alıntı) yaparak takdim etmeye çalıştığımız mesajın son bölümünü sizlerle paylaşıyor ve manevi hayatımızla bir kez daha yüzleşmemizi tavsiye ediyoruz.
“Malın hayırlısı, sahibinden önce ahrete gönderilen, canın hayırlısı da Allah’ın rızası istikametinde kullanılabilinendir.”
“ Rabbimiz, kendi rızası için yapılan hizmetlere ve hizmet müesseselerine gönül ve destek vermenin adını, kendisi koymuştur: Karz-ı hasene yani Allah’a güzel bir borç vermek. Düşünelim, bu borç bollukta değil de zor zamanlarda verilmişse, onun karşılığını hiç düşündük mü?”
“Yerde gökte her şeyin bizim emrimize verilmesinin bir manası da, bize emanet edilmiş olmasıdır. Böyle olunca, dağlar, sular, göller bize emanettir. Hastalar, öksüzler, yetimler, kurtlar, kuşlar bize emanettir. Vatan, millet bize emanettir.”
Muhterem büyüğümüzden iktibas ettiğimiz üç paragraflık sözlerinin ışığında bu haftaki mesajıma başlıyorum. Ayrıca, bizleri telefonla arayarak, seri halinde takdim edilen bu mesajlardan dolayı bizlere ve özellikle Osman Nuri Topbaş hocamıza teşekkürlerini bildiren okuyucularımıza, bizler de teşekkür ediyoruz, bu mesajların hayırlara vesile olmasını diliyoruz.
Muhterem okuyucumuz. Bir noktayı dikkat nazarlarınıza çekmek istiyorum. Yaşadığımız bu ülkede veya yeryüzünde, Kur’an’ın tefsiri ile meşgul olan ilim ehline “müfessir”, peygamberimizin hadislerini ezberleyerek belli bir mevkie gelenlere “muhaddis” ve Müslüman toplumun fıkhi meselelerine çözüm üreten ilim ehline ise “fakih” denir. Buraya kadar her şey normal. Peki, insanların kalpleriyle, maneviyatlarıyla uğraşan, nefis tezkiyesi, kalp tasfiyesi için Kitap ve Sünnetin ışığında eğitim veren insanlara “mürşit, şeyh, veli” dediğimiz zaman niçin kabul görmüyor? Biliyoruz ki, hayatımıza girmiş nice farz, vacib, nafile ibadetlerin arasına bidatlar girmiş olabilir. Buna rağmen, yaptığımız vazifeleri terk mi ediyoruz, yoksa bid’atları terk ederek, sünnete mi koşuyoruz? Tıpkı bunun gibi tasavvufi hayatın içine şu veya bu sebeplerle birtakım bidatler, hurafeler girmiş olabilir. Suçu, tasavvufun mu, yoksa tasavvuf yolunda yürürken, yola yakışmayan tavır, hal ve söz sahiplerinin midir?
“Tasavvuf adına, cehalet ve gafletten ötürü, aksak, kifayetsiz ve yersiz uygulamaların, gerçek tasavvufla hiçbir alakası yoktur” diyen değerli Osman Nuri Topbaş hocamız, önemli bir konuyu gündemine taşımaktadır. Şimdi hiç uzağa gitmeden, Müslüman ümmetin ortak değerlerinden olan bazı ilim ehlinin sözlerini sizlere takdim etmek istiyorum. Lütfen dikkatlice okuyalım. İmam Şafi hazretleri şöyle diyor:
“Dünyanızdan bana üç şey sevdirildi: Külfet ve ağırlığı terk, sade ve kolay geçim, tasavvuf yolu.” (İmam Şafi) Eğer kaynağını öğrenmek istiyorsanız, onu da verelim: Keşfü’l Hafa 1/341 İmam Malik ise tasavvufa yönelik adeta son noktayı koyuyor:
“Bir kimse fıkıh ilmini öğrenir, tasavvufu öğrenmezse, fasıklık etmiş olur. Bir kimse de tasavvuf ilmini öğrenir, fakat fıkıh ilmini öğrenmezse, zındıklık yapar. Ve bir kimse fıkıh ve tasavvuf ilmini öğrenirse, hakikate eren kimse olur.” (Ali el Kari. Aynu’l İlim:1/33)
Ahmed bin Hanbel, sık sık büyük veli Bişr-i Hafi’nin yanına gider, onunla sohbet ederdi. Tam manasıyla ona bağlanmıştı. Bir defasında talebeleri dediler ki: Ey imam! Sen, Kur’an ve sünnet ilimlerinde müçtehit bir âlimsin. Buna rağmen böyle sıradan bir insanın yanına gidip gelmen sana yakışır mı? Büyük imam şu cevabı verir: Evet, saymış olduğunuz hususları ben ondan daha iyi bilirim. Ama o, Cenab-ı hakkı benden daha iyi bilmekte ve tanımaktadır.”
El Minkızu bined Dalal isimli meşhur İmam Gazali ilgili eserinde der ki: Biz önce tasavvuf ehlinin yaptıklarını inkâra kalkışıyorduk. Sonradan onların haklı olduklarını yani hakkın onlarla beraber olduğunu müşahede ettik, anladık.
Ülkemizde ilim ehlinin eserlerini tanıdığı, tartıştığı Mısırlı merhum Muhammed Abduh, tevhid risalesi isimli eserinde özet olarak şu tespiti yapmıştır: Dünyada onların(yani şeyh-mürşit, mutasavvıf) geçinenlerin sahtelerine, özentilerine her zaman rastlanır. Fakat bu sufi taslaklarının mahiyetleri (gerçek yüzleri) çabuk ortaya çıkar ve gerek kendilerinin, gerekse onlara aldananların hayli etrafı vardır. Ancak Ulu Allah, kendi lütfu sayesinde böylelerinin yol açtığı zararı karşılar da onların ağzından çıkan çirkin sözler, toprağa kök salmayan iğreti bir faydasız ağaç gibi olursa, o zaman zararları önlenmiş olur.”
Her sene umre ziyaretlerine gitmeyi prensip edinmiş bazı kardeşlerimizin alınmamasını diliyor ve salih bir kul olduğuna inandığımız Süfyan-ı Sevri’nin bir sözünü naklediyorum. Gerçek tasavvuf erbabının hakiki kimliklerinin ne olduğunu da böylece öğrenmiş oluruz. Diyor ki Süfyan-i Sevri hazretleri: “Horasan’a gidip tebliğde bulunmak, Mekke’de mücavir olmaktan (ikamet etmekten) senin için daha hayırlıdır.”
Netice olarak diyoruz ki, beş haftadır takdim etmeye çalıştığımız bu özel mesajların ana fikri, can damarı, ne uçmak, ne keramet, ne de toplumdan uzak kalıp kuytu yerlerde pineklemektir. Peki nedir? Tasavvuf, ders, inabe, sohbet... adına ne derseniz deyiniz, fıtratta olan ulvi temayülleri, sohbet, zikir, riyazat ve ihlâs ile geliştirerek, “ham insandan”, “kâmil insan” hüviyetine ulaşabilmektir. Kamil insan özelliğini Peygamberimizin dilinden öğrenmek istersek, işte tarifi: “Mü’min, bal arısına benzer. Temiz olanı yer, temiz olan şeyleri ortaya koyar, temiz yerlere konar, konduğu yeri ne kırar, ne de bozar.” (Ahmed el-Müsned: 2/199)
İşte tasavvufun eğitim tezgâhları, böyle mümin olmayı hedefleyerek iş başı yaparlar. Üst kattaki hasta insanın, alt kattaki Müslümana zimmetli olduğunu hatırlatırlar. Hizmetlerin sadece bulunduğun şehirde, mahallede, sitede değil, bunlarla beraber, Rusya’da, Afrika’da, Avrupa’da, yani dünyanın her tarafında olmasını telkin ederler, telkinin ötesinde isim verilen yerlere giderler. Emekliliğe sığınmazlar. Yaşları 60-70 olduğu halde, diyardan diyara, ülkeden ülkeye gece gündüz, soğuk sıcak, açlık, tokluk hesabını bir kenara koyarak Allah için koşarlar. Böyle yürekli, merhametli, cesur salih kulların eğitim tezgâhında bulunmanın, hizmetlerine ortak olmanın, ricalarını emir telakki etmenin dindeki yeri haram mıdır, mekruh mu? Yoksa Ahmed bin Hanbel’in oğluna nasihatı mıdır?
“Oğlum Abdullah! Bunlar yani tasavvuf ehli ile sohbet et. Zira bunlar, ilim, murakabe, haşyet, zühd ve uluvvi bakımından bizden üstündürler.”
Selam olsun, toplumun gönül dünyasını terbiye etmede, kitap ve sünnet ölçüleri ışığında hizmet edenlere… Selam olsun, nefsinin, heva ve arzularının mahkûmu olarak değil, onların hâkimi olarak yaşamak için tasavvufun terbiye halkalarına katılanlara…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.