Siyasal İslâm ve karşıtları
Siyasal İslâm bir vakıadır; onaylayanlar olduğu gibi onaylamayanların varlığı da tabiidir. Siyasal İslâm denilince akla siyaseti merkeze alan İslâmî anlayış geliyor. Elbette siyaset merkeze alınınca değerler sisteminde (hiyerarşisi) bir kayma ve yer değiştirme yaşanması kaçınılmazdır. Sözgelimi, iktidar ve cihat bütün diğer rükünlerin, hatta ibadetin bile önüne geçebiliyor. İbadet bu anlayışta veya sistemler bütününde metbu değil, tabi oluyor. Halbuki, cihad da ibadetin bir parçasıdır. İbadet temeldir, diğerleri ise onun rükünleridir. Cihad da ibadet aşkıyla yapılır. Zaten cihadın gayesi ila’yı kelimetullahdır. Cihadı münhasıran kital olarak alan anlayış da değerler sistemini aşındıran bir anlayıştır.
Osmanlı İmparatorluğu dağılmadan önceki tartışmaların eksenini ve gündemini raşit ve kamil hilafeti ikame etme meselesi işgal etmektedir. Günün meselesi odur. Osmanlı döneminde ve öncesinde raşit hilafeti ikame çabaları göze çarpmaktadır. Daha ziyade başkaldırıların merkezinde bu mesele vardır. Osmanlı’nın yıkılması ve ümmetin dağılmasıyla birlikte buna bir boyut daha ilave olmuştur; İttihad-ı İslâm’ı yeniden kurmak.
Ümmet dikey olarak çözüldüğü gibi yatay olarak da bölünmüştür ve işte buna çözüm olarak da hilafetin ihyasıyla birlikte ümmetin birliğinin ihyası da gündeme gelmiş ve bu projeye İttihad-ı İslâm denmiştir. Esasında İttihad-ı İslâm arayışlarını Osmanlı sonrasına hasretmek de doğru değildir. Her ne kadar Hasan el Benna ve Bediüzzaman gibilerin İttihad-ı İslâm’a vurgusu bu dönemde artmış olsa da Osmanlı döneminde de bunun izleri ve arayışları vardır.
Sözgelimi, Mısırlı Mustafa Kamil ve Muhammed Ferid, Abdulaziz Çaviş İngilizlere karşı Osmanlı ile iltisaklı bir ilişki arayışına girmişler ve bu arayışı da Camiaü’l İslâmiyye/İslâm Birliği kavramıyla somutlaştırmışlar ve formüle etmişlerdir.
Osmanlı döneminde İttihad-ı İslâm siyasetinin amacı, Osmanlı’nın yapısını daha da güçlendirmek ve sömürgecilik karşısında daha geniş ölçekte birliği temin etmektir.
•
Esasında, İttihad-ı İslâm politikaları dendiğinde II. Abdülhamid Han ve Cemaleddin Afgani de akla gelmektedir. Hatta kimileri bu yönde Cemaleddin Afgani’nin II. Abdülhamid Han’ı yönlendirdiğini kabul etmektedirler. Halbuki II. Abdülhamid, Cemaleddin Afgani’nin şahsiyetini iyi bilmektedir. Onu özel olarak Iraklı Şiilerin sadakatini teminde danışman olarak istimal etmiştir. Lâkin Cemaleddin Afgani’nin devrimci siyasi kişiliği nasıl Muhammed Abduh ile yollarını ayırmışsa, aynı kişiliği ve tabiatı II. Abdülhamid’le de yollarının ayrılmasına neden olmuştur.
Cemaleddin Afgani, siyasi üst yapıları yıkarak yeni bir yapı ortaya çıkarmaya çalışmaktadır. Bu yeni üst yapı için de devrimi bir araç olarak kabul etmektedir. İşte bu yöntemi, tehlikeli bulunmasına yol açmış ve bu onu yalnızlığa itmiştir. Bu itibarla, Cemaleddin Afgani, Nevab Safevi, Ali Şeriati ve Ayetullah Humeyni devrime giden bir zincirin halkaları olarak görülmüş ve Cemaleddin Afgani, Ayetullah Humeyni’nin öncüsü olarak kabul edilmiştir.
Bundan dolayı genel anlamda Afgani, Siyasal İslâm’ın öncüsü ve modern babası sayılır. Zira, hayatına bakıldığında siyaseti merkeze aldığı ve diğerlerini tali olarak gördüğü kanaati pekişmektedir. Bu tutum ve anlayış sadece Muhammed Abduh ile Cemaleddin Afgani’nin yollarının ayrışmasına neden olmamış, aynı zamanda Muhammed Abduh’un siyaseti üç talakla boşamasına da neden olmuş ve onun bu mirasını daha sonra Bediüzzaman tevarüs etmiş ve mülevves siyaseti terkettiğini açıklamıştır.
Aslında, bu, bizatihi siyaseti değil, kirli ve ahlâktan kopuk sen-ben kavgasına indirgenmiş aktüel siyaseti boşamaktır. Bunu bir anlamda Hazreti Ali’nin dünyayı üç talakla boşamasına da benzetebiliriz. Günümüzde de Aiz el Karni gibiler Bediüzzaman ve Muhammed Abduh’un yolundan gittiklerini söylemektedirler.
•
İdeal ve ilkeli siyaset, gücü ve çıkarı değil, ahlâkı ve ilkeleri esas alan siyasettir. Bediüzzaman bunun formülünü şöyle vermiştir. Dini siyasete alet etmez, belki siyaseti dine alet ve ram eder. Yani dini, şahsi emelleri için kullanmaz, belki şahsi ikbalini gerekirse yüce değerlere feda eder. Yani çıkar değil, fedakârlık siyasetidir.
Bu atmosferin yokluğunda kimileri siyasetle yollarını ayırmıştır. Bununla birlikte, Bediüzzaman İttihad-ı İslâm ile yollarını ayırmamış ve sürekli buna vurguda bulunmuştur. Demek ki ideal siyaset daima saklı tutulmuştur. Son dönemlerde özellikle Batılılar Siyasal İslâm kavramına çok fazla vurguda bulunmaya başlamışlar ve Siyasal İslâm tabirine parya muamelesi yapmışlardır. Bundan dolayı da kimileri Mevdudi ve benzeri gruplara isnat edilen Siyasal İslâm tabirini muhaliflerin bir isnadı zannetmişlerdir. Halbuki, bu doğru değildir. Aksine, kendi edebiyatlarında ve literatürlerinde bu kavramı benimsemekte ve ona göndermeler yapmaktadırlar. Dolayısıyla bir isnat değil, hakikattir. Lâkin Batılılar bunu münhasıran karalama maksadıyla kullanmışlardır.
Bu siyasal İslâm’ın kendisine has bir dili de vardır. Sözgelimi, ‘Siyasal İslâm’a Doğru’ kitabının yazarı Fehmi şinnavi (Türkçesi, Şura Yayınları arasında çıkmıştır) Peygamberimiz için ‘pragmatik bir lider’ tabirini kullanabilmektedir (El Fıkh es Siyasi, s: 167, El Muhtar el İslâmi). Keza buna benzer bir ifadeyi Mevdudi, Peygamberimizi en büyük devrimci göstererek kullanmıştır (Mevdudi ve İslâmi İhyanın Teşekkülü, S. Veli Rıza Nasr, Yöneliş, s: 153). Halbuki, Peygamberler için kullanılan dil günlük bir dilin ötesinde (üst dil) olmalı veya seküler ve felsefi bir dil olmamalıdır. Peygamberleri anarken haklarında ulvi ve kutsi bir dil kullanılmalıdır.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.