Adın ne önemi var?
Dünkü yazımda bir kez daha fark etmişsinizdir: Hakkında kalem oynattığım yazarların adlarını genellikle vermiyorum. Bazı okurlar alıştılar, gazetede okuduktan sonra internet üzerinden ulaştıkları yazımda verdiğim linke tıklayıp meraklarını gideriyorlar.
Neden vermiyorum adları?
Bunun birkaç sebebi var. Çoğu kez eleştirdiğim tavır yalnızca o gün hakkında yazdığım yazara özel olmuyor; diğerleri için sesimi çıkarmamışken birini alıp adıyla teşhir etmek âdil bir tavır gibi görünmüyor gözüme; eleştirimin özellikle o yazara değil tavra olduğunu anlatmak derdindeyim.
Galiba "Hedef gösteriyor" denilmesini de istemiyorum. Özellikle Ergenekon sürecinin başlarında birileri ısrarla beni hedef haline getirmek niyetiyle "O yazdı, gözaltına alındı" diye suçlamak için alesta bekledi; ben de bunu fark ettiğim günden beri hakkında yazı yazdığım yazarların adlarını vermiyorum.
Yalnız bu kadar değil, bir de 'olağan şüpheliler' diyebileceğim tipler var. 'Sit-com gazeteciliği' türünün mucidi, kendisini Olimp Dağı'nın tepesinde görürken birdenbire Ganj Nehri sandığı Ayamama Deresi'nin kıyısına düşüvermiş amiral gemisinin eski Kaptanı sözgelimi... Adını versem ne olur ki onun? Nasıl olsa herkes kokusundan kimi kast ettiğimi çıkarıveriyor.
Zaman gazetesi yazarlarından Günseli Özen Ocakoğlu medya tarayıcısı Ajans Press servisince derlenen "Hangi köşe yazarı, kime, nerede kaç kere sataşmış?" sorusuna cevap teşkil edecek bir çalışma yayımladı. Ortaya göz açıcı bir tablo koyan ilginç bir çalışma. Hemen bütün kategorilerde ilk sırayı eski Kaptan alıyor.
Listede herkes var, bir ben yokum; hem de hiçbir kategoride...
Araştırmanın Zaman'da çıktığının hemen ertesi günü, Hürriyet'te, eksik bulduğu için çalışmaya itiraz eden bir yazı çıktı. Eksik bulduğu yön 'adını zikretmekten kaçınarak çakma' yöntemi uygulayanlar; verdiği tek örnek de... Evet, benim... "Bu hadiseleri de takip etmek gerekir" diyor yazar.
Oysa ben kaçındığım için ad anmıyor değilim; bazı adları açıkça yazmaya kalemim direniyor. Kendi dengelerimi zorladığımda okurun dengelerini de bozacağım endişesine kapılıyorum ve adlarını yazdığım halde silip yazımı yeniden gazeteye geçiyorum.
Ne yapayım, benim olağanüstü nazik bir midem var.
Kaptan önceki akşam bir televizyon programına çıktı. Herkese açık bir kanalda. Bu tür programların meraklıları kendisinin neler anlattığını, salondaki gençlerin hangi soruları nasıl sorduğunu, yaşanan gerilimli anları gözleriyle izleyip kulaklarıyla işittiler.
Daha önce de bazı Anadolu üniversitelerinde konferans vermeye gittiğini duyurmuştu okurlarına, ardından gördüğü itibarı anlatmayı da ihmal etmeyerek... Sanki eski Kaptan'ın dadısıymışım gibi, uğradığı her üniversitede, katıldığı etkinliği izleyen gençlerden bazıları, "Hiç de öyle değil, böyle oldu" diyen notlar gönderdiler sonradan. "Bana ne?" diye geçiştirdim. Aklımdan, "Keşke bir gazete konuştuğu yerlere muhabir gönderse de orada cereyan eden olayın kendisinin anlattığı gibi mi, yoksa öğrencilerin bana yazdığı gibi mi olduğunu tarafsız bir kalemden okusam" fikri geçti, ama temennim yerine gelmedi.
Önceki akşama kadar... Hadi ben tarafım diyelim, ne de olsa "Galiba patronunu hiç sevmiyor, bu hallere düşürdüğü yetmezmiş gibi medya piyasasından çekildiğini görene kadar da rahat etmeyecek" diye yazmış biriyim. En son yazdığım "Doğan Medya Grubu dört ayrı yerle pazarlık halinde" Kulis'i bizzat grup tarafından doğrulandı ve böylece beklentimin gerçekleşmesine az kaldı.
Reha Muhtar aynı grubun bir başka gazetesinde yazıyor. Programla ilgili yazısına Kaptan'ı o halde gördüğü için duyduğu hisleri "Yapılanlara çok üzüldüm" ifadesini başlığa çekerek belli etmiş... Benzer his ve görüşleri farklı yazarların kaleminden de okumak mümkündü dün.
O ise, "Öğrenciler bana konulara hakimiyetten ve cesaretten 'iyi', vizyondan, karizmadan, giyim-kuşamdan 'pekiyi' verdiler; bir tek inandırıcılık notum 'orta' çıktı" diyerek yaşadığı olayı okurlarına duyurdu.
Düşünün ki, yüzde 80'i AB'ye karşı, büyük çoğunluğu Ergenekon davasına kuşkuyla bakan, üçte ikisi "Türkiye korku devleti haline geldi" görüşünde olan 'seçmece' bir gençlik önünde yapılan bir programa çıktığı halde...
Yani gazete kulesindeki odasından aşağıya baktığında gördüğü dereyi nehir sanan yazarın tipik okur kitlesi...
Şimdi bu yazının kendisine ait bölümünde adını yazmadım diye kimden söz ettiğimi anlamamış olabilir misiniz? Adım gibi biliyorum, hepiniz kimden söz ettiğimi şıpınişi anlayıverdiniz.
Hem böylesi daha gizemli, daha sürükleyici ve daha hoş değil mi?
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.