İstiklâl Marşı’nın 90. Yıldönümü yaklaşırken
İstiklâl Marşı şairimiz Mehmet Âkif’in vefatının 74. yıldönümünde hem İstanbul’daki mezarı başında, hem Ankara’da ikamet ettiği Taceddin Dergâhı çevresinde anma faaliyetleri gerçekleştirildi. Türkiye’nin birçok şehir merkezinde yine merhum şairimizi yâd maksadıyla belediyeler ve gönüllü kuruluşlar tarafından toplantılar düzenlendi.
Başbakanımız partisinin gençlik kolları toplantısında güzel bir konuşma yaptı ve 2011’in Mehmet Âkif yılı olacağı müjdesini verdi.
2011 İstiklâl Marşı’nın TBMM tarafından kabulünün 90. Yıldönümü... Sahih bir millî mutabakat metnimiz olan İstiklâl Marşı’nın kabul yıldönümünün şanına lâyık şekilde kutlanması için hazırlıklara çok önceden başlanması gerekirdi. 2007’de kabul edilen kanuna ve bu kanuna dayalı olarak çıkarılan yönetmeliğe göre oluşturulan kutlama kurulunun 2010 yılının mayıs ayında yapılan toplantısında konuyu gündeme getirdik.
2011 yılı İstiklâl Marşı’nın kabulünün 90., büyük şairimizin vefatının 75. Yıldönümü. Bu iki yıldönümü münasebetiyle 2011 yılının “Mehmet Âkif Yılı” olarak ilanını, yapılması düşünülen 3. Boğaz köprüsüne Mehmet Âkif adının verilmesini, yıl dolayısıyla geniş kapsamlı anma faaliyetleri gerçekleştirilmesini teklif ettik. “Mehmet Akif yılı” ile ilgili 13 sayfalık bir proje teklifi verdik.
Kurul’da tekliflerimiz görüşüldü, genel kabul gördü. Toplantıya başkanlık eden Milli Eğitim Müsteşarı yakın ilgisini gösterdi ve ekim ayı başında tekrar toplanılması kararlaştırıldı. Ekim ayı yaklaşırken, Milli Eğitim müsteşarı değişti, toplantı yapılamadı. 2 ay sonra, aralık ayının başında yapılan toplantıda, havanın tamamen değiştiğine şahit olduk. Bürokrasi 12 Mart kutlamalarını mümkün olduğu kadar hafif atlatmak yönünde temayül ortaya koyuyordu.
Biz de fikirlerimizi açıkça söyledik...
12 Mart’a 2 buçuk aydan az zaman kaldı. Şimdi bu fikirleri kamuoyu ile paylaşmak durumundayız.
Türkiye’de resmî bayramlar ve milli günler, askerî mahiyettedir. 29 Ekim ve 23 Nisan’da dahi bu hissedilir. Bürokrasi, sivil bir millî günün kutlanması konusunda ayak sürçmektedir. Bunu üç yıllık uygulamalarda gözlemledik. Onlar apoletlilerden emir gelmeden böyle işleri yapma konusunda istekli görünmüyorlar.
Peki ne yapacağız? 12 Mart’ı, Mehmet Âkif’imizi bürokrasinin keyfine göre düşük düzeyli mi anacağız?
Elbette bu işi bürokrasinin keyfine bırakılmamalı. Hem İstiklâl Marşı’nın 90. Yıldönümünün kutlanması için, hem Mehmet Âkif’in vefatının 75. Yıldönümünde lâyıkıyla anılması için gönüllü kuruluşlarla dayanışma içinde bir seferberlik başlatılmalı.
Mehmet Âkif yanlışları
En çok bilinen, tanınan şairimiz, yazarımız Mehmet Âkif. Fakat bu onunla ilgili birçok yanlış bilginin dolaşımda olmadığı anlamına gelmiyor. Mehmet Âkif’i bilen, üzerinde çalışan ve yazı yazanlar dahi çok fahiş yanlışlar yapabiliyorlar.
Taha Akyol, 29 aralık günkü yazısında, Mehmet Âkif’in İstiklâl Marşı ödülü olarak verilen 500 lirayı orduya bağışladığını yazıyor. Âkif bu parayı “Darülmesai”ye bağışlamıştır. Bu dernek fakir Müslüman kadın ve çocuklarına iş öğreterek sefaletlerinin önüne geçmek maksadıyla kurulmuştur.
Mehmet Âkif yalanları
Melih Aşık 30 aralıkta “Açık Pencere”sinde Muhittin Nalbantoğlu’nun bir günlük gazetede 2003 yılında yayınladığı bir yazıda (günü belirsiz), Âkif’in bir mektubunda “Mısır’da on bir yıl kaldım. Fakat on bir saat daha kalsaydım artık çıldırırdım. Sana halisane bir fikrimi söyleyeyim mi; insanlık da Türkiye’de, milliyetçilik de Türkiye’de, Müslümanlık da Türkiye’de, hürriyetçilik de Türkiye’de... Eğer varsa Allah benim ömrümden alıp (Mustafa Kemal’i kastederek) O’na versin...” dediğini yazıyor.
Mehmet Âkif üzerine çalışan hiçbir araştırmacının haberdar olmadığı bu mektubun aslını görmeden Mehmet Âkif’in böyle bir şey söylediğine inanmamız mümkün değil!
Son olarak Yusuf Turan Günaydın “Mehmet Âkif’in Mektupları”nı kitaplaştırdı. Bu kitapta da uzaktan yakından bu ifadeleri hatırlatan bir mektuba rastlanmıyor. (Ebabil Yayınları, 2010)
•
Ali Uğur’u uğurladık...
Siyah kapaklı bir kitap... Adı yok, yazarı yok... Sağ alt köşede küçük bir bukalemun resmi...
İşte Ali Uğur’un “Görünmeyen Önderler” kitabının kapağı!
Ali Uğur görünen bir önderdi. Talebelik yıllarında “Başbuğ Ali” olarak anılmış, sonraki yıllarda onu tanıyanlar da bu sıfatı ondan eksik etmemişti
Ankara’da 1970’lerin sonunda, Yazarlar Birliği’nin kuruluş yıllarında tanışmıştık. Sıcak, samimi, zekasının parlıklığı üç beş cümlelik konuşmasında bile hissedilen, durduğu yerde durmak bilmeyen bir “delikanlı”. Bu delikanlı sıfatı yatağa düştüğü günlerde bile ondan ayrılmadı.
Ali Uğur, 1970’lerin mücadeleli ortamında millî-dinî değerlerin savunucusu bir gençlik ve kanaat önderi oldu. Seyit Ahmet Arvasi’nin milliyetçi camiada meydana getirdiği dini duyarlılığı benimsedi. Siyonizm, masonluk ve emperyalizm karşıtı yazılarından dolayı takibata uğradı, sıkıntılı günler geçirdi.
Türkiye’nin yönetim sisteminde belirleyici olan uluslararası güçler ve içeride oluşturduğu oligarşik yapı onun vazgeçilmez konusu idi.
Cevval bir düşünce ve hareket adamı olan Ali Uğur, fikrî ve edebî çalışmalarını son ana kadar aralıksız sürdürdü. Fikir yanında şiiri de ihmal etmezdi. Çok güzel şiir okur, bilhassa Ahmet Haşim’in şiirlerini hakkını vererek okurdu. Kendi şirlerini Leylâname adlı bir kitapta toplamıştı.
Son görüşmemiz Türkiye Yazarlar Birliği’nin İstanbul Şubesinde bir fitne kazanı kaynatmak isteyenlerin üzerine celadetle yürüdüğü günlerde oldu.
Yazarlar Birliği’nin ilk üyelerindendi. Birlik Ankara’da değişmez mekânlarındandı. Hatay sokağındaki 40 metrekarelik “genel merkez”e günde kaç kere uğrardı? Hesabı güç.
12 Eylül darbesinden sonra genel merkezi bir yayınevi adına tuttuğumuz için kapatılamamıştı. Onun memleketinden getirdiği zeytinleri satıp kâr elde etme arzusu, bizim binaya kamufle etme niyetimizle birleşince, Havran zeytinlerinin kendine mahsus kokusu Yazarlar Birliği’nin resmi esansı haline gelmişti.
Elbette Ali Uğur bu ticaretten de kâr edemedi. Epey beklettikten sonra zeytinleri ucuz fiyata elden çıkardı!
Entelektüel yetenekleri tartışılmaz bir şahsiyet olan Ali Uğur, “sakıncalı piyade” olarak askerlik yapmış, orada kendisiyle zıt düşünen başka entelektüellerle de tanışıp dost olmuştu.
Hayatının sonraki dönemlerinde de, farklı düşünen fakat kaliteli dostlardan uzak kalmadı.
Bir davası, mücadelesi vardı. Bunun için elinden geleni yaptı. Hayatını mücadelesine hasretti. Bu yüzden ne işte, ne bürokraside muvaffak olamadı. Zaten böyle şeylerde muvaffakiyet de aramadı!
Halis niyetle, mücadele etti, dostluklar kurdu. Dostuklarının halisliğinden herkes emindi. Bir garip olarak ölmüştü ama, cenazesinde çok sayıda garip dostu vardı!
Allah rahmet etsin! Kavuşuncaya kadar onu çok özleyeceğiz!
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.