Hepimiz Fazıl Say'ız da bakalım Fazıl Say kendisi mi?
Fazıl Say’ın Türkiye’yi terk etme kararıyla ilgili ben de bir çift söz söylemek istiyorum.
Kırılmış Fazıl...
Çankaya’ya davet edilmediği için de bayağı içerlemiş.
Davet edilmediğini sanıyor. Ama edilmiş. Davetiye Ankara’daki adresine gönderilmiş. Son zamanlarda Hande Ataizi’li magazin haberleriyle gündeme gelen Fazıl Say o sırada kimbilir nerelerdeymiş.
Diyor ki Fazıl, ‘İslamcılar kazandı, yakında Türkiye’yi terk ediyorum. Zaten beni köşke de davet etmediler. Biz yüzde 30’uz, onlar yüzde 70. Mücadelemiz sürecek...’
Fazıl Say kim?
Ünlü piyano virtüözümüz.
Bazıları, ‘dünya çapında müzik dehası’ olarak lanse etse de, herhangi bir Avrupa ülkesinde (diyelim ki İngiltere ve Avusturya’da), sıradan kabul edilebilecek orta karar bir piyano sanatçısıdır.
Bach’ı öteden beri iyi yorumladığı söylenir.
Doğrudur.
Fakat kusura bakmasın, Glenn Gould varken dönüp Fazıl’a bakmam bile... Gould, hem gelmiş geçmiş en iyi Bach yorumcusudur, hem de ‘pathetic’ olabilen ve Bach duygusunu (Bach matematiğini) insana geçiren ender sanatçılardan biridir.
Bana inanmıyorsanız, müzikten anlayan birine sorun.
Fazıl’ı Gould’a benzetirler.
Hiç ilgisi yok.
Gould gerçekten pathetictir. Fazıl’da gördüğümüz ise ‘fiziksel bir özellik’tir. Çünkü Fazıl, sadece piyano başında değil, normal hayatında da öyledir.
Fazıl’ın açıklamaları üzerine durumdan vazife çıkaran kıymetli sanatkar Zülfü Livaneli, ‘Fazıl Say gibi uluslararası bir sanatçımız Türkiye’yi terk etmeyi düşünüyorsa, onun bu açıklamasını bir uyarı olarak almak lazım’ demiş.
Fazıl’ın algısını Lozan (pardon abi, Lousanne), Zürih gibi orta karar sıkıcı Avrupa kentleri belirlediği için, Türkiye’yi tanımıyor. Türkiye’yi de işte, Engin Ardıç’ın dediği gibi ‘Ankara’dan ibaret’ görüyor ve ‘İslamcılar’ zannettiği geniş koalisyonun ‘Türkiye koalisyonu’ olduğunu fark edemiyor.
Bunu Livaneli’nin fark edebileceğini de sanmam.
Doğrudur, bir yüzde 30, yüzde 70 durumları var.
Fakat bu, ‘sosyoloji’ye işaret eden bir durum...
Eskiden de böyleydi.
Fazıl işi gücü bırakacak, azıcık tarih okuyacak; birazcık Ülgener, Berkes, Ülken, Küçükömer, Kemal Tahir, Binnaz Toprak filan karıştıracak, bu yüzde 70’in esasında ne olduğunu çözecek ve ‘modernite’nin kaçınılmaz sonucu olan değişim eğrisinin ‘irtica’ olmadığını anlayacak. Livaneli gibilere de kulak asmayacak.
Babasına sorabilir.
Babası vasatın altında bir hikayeci, ortalama bir okur-yazardır ama daha ‘yerli’dir, bazı şeyleri daha çabuk kavrayabilir.
Şu ‘Zaten beni Köşke davet etmediler’ sözü de, çocukça bir yakınma...
Daha iyi ya Fazıl...
Resmen kutsanmak sanatına bir şey katmayacağı gibi, kutsanmamak da değerinden bir şey eksiltmez. Bırak davet etmesinler.
Kimler bu davetlerden mahrum bırakılmadı ki!
Sabahattin Ali’yi de davet etmezlerdi.
Nazım’ı, senin çok sevdiğin Nazım’ı da davet etmezlerdi. İsmet İnönü (yine senin çok sevdiğin İsmet İnönü), bırak davetiye göndermeyi, üstüne bir de polislerini gönderirdi: Şahsı ‘mevcutlu’ getirtip içeri tıkmak için...
Öyle de olurdu.
Nazım Hikmet’i ve Kemal Tahir’i sudan sebeplerle 14 yıl yatırdılar.
Sabahattin Ali o kadar talihli değildi.
Enver Gökçe, A. Kadir, Aziz Nesin, Vedat Türkali, Arif Oruç... Hepsi cezaevine tıkıldı. Zekeriya Sertel’in gazetesi ve matbaası yağmalandı. O da çareyi yurtdışına kaçmakta buldu.
Sonra ‘karşıdevrimciler’ geldi, Nazım’ı ve arkadaşlarını cezaevinden kurtardı.
Merak etme...
Bir gün bu ülkede müzik yapamaz duruma düştüğünde, hepimiz senin yanında oluruz. İcabında ‘hepimiz Fazıl Say’ız...’
Livaneli’nin de dediği gibi, güç ve iktidar sahipleri, bu sözlerini bir ‘uyarı’ olarak alsınlar. İyi olur.
Fakat, sen ne kadar ‘kendin’sin, ne kadar Fazıl Say’sın? Asıl tartışmamız gereken nokta burası işte...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.