Kapitalizm ve diğerleri
Kapitalizmin azgın dişleri arasına sıkışmışlık her dünya vatandaşının bir gerçeği olmaya devam ediyor. Dalga dalga yayılıp, insanı yutan bir tsunami gibi; bir yerde.. Onu hem olduğundan, olduğu yerden alıp savuruyor hem de boğuyor, öldürüyor, yapısını değiştiriyor. Kapitalizm öyle de globalizm çok mu farklı? Hayır.
Bu ikiz kardeşler –birbirine o kadar benziyorlar ki, çoğu kez birini diğerinden ayırt etmek mümkün değil- el ele verdiler mi seyreyleyin olanları. Birbirlerini azdıran iki haşarı çocuk. Akıllara ziyan bir tavırla yeyip yutmadıkları kalmıyor. İnsanı öyle bir esir alışa şahid oluyoruz ki karşı durmak adeta imkansız hale geliyor. Tüketim, israf ve tekrar tüketip israf edebilmek için üretim üçlüsü üzerine oturtulmuş bir çarkın dişlileri arasında ufalandığını fark ediyor insanoğlu.
Fark ediyor da bir şey yapabiliyor mu? Cevap yine hayır. Yapamıyor çünkü mecali kalmıyor. Yapamıyor çünkü bir taraftan kurtulmak istiyor bir taraftan kendini ufalayan dişlilerin cazibesine kapılmaktan kendini alamıyor. Bırakmaya uğraşılan kötü alışkanlıklar misali. Kumar gibi. İçki gibi. Uyuşturucu gibi.
çünkü ruhu teslim alınıyor. En tehlikelisi de bu zaten. İçten kötü bir fethediş. Doğrudan yanlışı düzgünden eğriyi ayırt edemeyiş, çoğu kez de birinciye ikinciyi tercih ediş beraberinde geliyor. Sonuçta iyilerin, iyiliklerin, nice güzellerin, güzelliklerin kıymeti çarkın haşin dişlileri arasında yok olup gidiyor.
Kimi zaman daha kabaca olan, kimi zaman da daha arkası güçlü, dayanıklı, belki de imtiyazlı olan dayanabiliyor, ayakta kalıyor. Onlar markalaşıyor. Trendleri oluşturuyor. Sonra da çığ gibi büyüyorlar.
ülkemiz insanı da bu anlamda markacı, marka düşkünü kampların baş sakinleri arasında yerini alıyor. Dışarıda yaşamanın faydalarından biri olarak –hep söylerim- Türkiye’ye döndüğünüzde toplumsal değişimleri bir nebze daha iyi algılama yeteneğine sahip oluyorsunuz. Türkiye insanının son onyıllarda artan marka bağımlılığını da açıkça tesbit edebiliyorsunuz.
Yanlış anlaşılmasın. Marka dediğimiz “sıfatı” hak etmiş ürün veya servis üreticilerden söz etmiyorum burada. Onlara karşı bir tavır da değil benimkisi. Ben markalaşandan ziyade, onun tüketicisini sorguluyorum. Marka olana ihtiyacı olduğu için değil, onu hakkını vererek kullanacağı, yiyip, içeceği, tüketeceği için değil de, ismi, markası olduğu için alandan söz ediyorum. Muhtevadan çok dışına, mazruftan ziyade zarfa kilitleneni hedefe oturtuyorum. Almış olmak için alanı, gitmiş olmak için gideni, aldın ama hakkıyla kullandın mı, gittin ama o mekanın hakkını verdin mi diye soruyorum.
Birbirimize, kendimize soralım istiyorum. Sormadığımız, sorgulamadığımız zaman korkarım ki, markalaşan okullarda “güya” okuyan, ama okumaktan gayri her şeyi yapan, aynı zamanda anne babasına sosyal sınıflarındaki “havayı” sağlayan okumuş cahillerle, giyinip kuşanan süslenip püslenen ama iki lafı bir araya getiremeyen sonradan görmelerle, sabah kahvesinde, beş çayında, fiskos masasında, dolar veya botox gününde aldığı anti-depresanlarla övünen, gittiği psikiyatrist veya psikoloğun ismini verirken bile “Markam! Markam!” diye bağıran zavallılarla dolu bir dünyada, boğulur durursunuz.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.