Bunak ihtiyar ölmüyor
Marquez ne güzel anlatır: Her pisliği yapmıştır, handiyse ülkeyi işkenceden geçirmiştir, “sürek avları” düzenlemiştir, sonu gelmez cinsel ihtiraslarıyla gencecik bedenleri telef etmiştir...
Ölüm döşeğindedir de, bir türlü ölmez...
Ölemez...
Marquez’in anlattığı bu bunak diktatör, bizim ölmek bilmeyen statükomuza ne çok benziyor.
Hayır, Kılıçdaroğlu’nuza çakmayacağım bugün. Hemen kâğıda kaleme, klavyeye sarılmayın. Bana ayırdığınız zamanı, Marquez’in bunak diktatörü resmettiği “Başkan Babamızın Sonbaharı” romanını söktürmek için harcayın. Hayatta doğru dürüst bir iş yapmış olursunuz.
Haa, “Şu Çılgın Türkler” üslubunun kolaylığını alıştırıldığınız ve soyutlayabilme melekelerinizi kaybettiğiniz için, ilk elde nüfuz edemeyebilirsiniz.
Kazık bir kitaptır.
Üstelik, Tomris Uyar çevirmiştir.
Tomris Uyar’ın öykülerini (ve dil yordamını) bilmiyorsanız, zaten hiç kalkışmayın, anlayamazsınız.
En iyisi, bunak statükonuzla ödeşen yazarlara küfretmeye devam edin...
Daha kolay, daha az riskli bir iş yapmış olursunuz...
Marquez, “adsız çocuklar” üzerinden şöyle bir değinip geçer: Bunak diktatörlerin (devletlerin) hoşuna gitmeyen üç temel günahtan biri, “verili olana” itiraz etmektir. Yani, statükoyu değiştirmeye çabalamaktır.
İtirazcıların başına neler geldiğini görmek için, Latin Amerika’ya, Marquez’e, “büyülü gerçekçilik dünyasına” gitmenize gerek yok.
Etrafınıza bakın...
Menderes, tek parti döneminin doktrine ettiği alışkanlıklara karşı, itirazcı bir tutumu benimsediği ve halkın değer tercihleriyle barışık bir siyasetin izini sürdüğü için kaybetti.
Kaybettirdiler...
Kaç suikast teşebbüsünden kurtulduğunu bilmiyoruz.
Ecevit de, ilk dönem, siyasetini “itiraz” temeli üzerine kurmuştu.
Sistemle (statükoyla) niza halindeydi; gerçek solculuğun resmi ideolojiyle ödeşerek mümkün olabileceğini savunuyor, “devrimlerin yoksul halkın derdine derman olamayacağını” söylüyordu. Şapka devrimine takmıştı mesela... “Şapka devrimi ne getirdi? Hiç...” diyordu.
Fakat, mukavim değildi.
Maruz kaldığı birkaç suikast teşebbüsü gözünü korkuttu. Bir zamanlar, kendisini Şili’nin devrik lideri Allende’ye benzetiyordu. Herhalde Allende’nin akıbetine uğramak istemedi... “Ne kazandırdı?” dediği altıgen kasketin altına gizlendi ve kamufle oldu.
Nurlu Süleyman ise, “yoklama” safahatında kaldı.
Statükonun “derinliğini” ilk görenlerden ve ilk yan çizenlerdendir.
Şöyle bir dokundu ve çekildi.
Daha doğrusu, bütün silahlarıyla birlikte teslim oldu.
Rahmetli Özal savaştı. Ama kaybetti. Kaybettirdiler. Birkaç suikast teşebbüsünden kurtuldu. Sonuncusuna boyun eğdi. Öldü mü, öldürüldü mü, hâlâ muammadır.
Bu arada statükomuz eskidi, yaşlandı, bunadı...
Fakat, ölüm döşeğindeyken bile eylemlerine devam ediyor. Danıştay suikastı, Hrant’ın öldürülmesi, darbe planları, Zirve Kitabevi katliamı, vs...
Ergenekon’dan vuruyorsun, ölmüyor... Anayasayı değiştiriyorsun, ölmüyor... Kuvvet erkleri arasındaki hiyerarşiyi ortadan kaldırıyorsun, ölmüyor... Yasalarla enterne ediyorsun, ölmüyor... AB standartlarıyla köşeye sıkıştırıyorsun, ölmüyor.
Kolay kolay ölmeyecek.
Nitekim, önceki gün “suikastçı” kılığında kafa çıkardı ve “Ben buradayım” dedi.
Maksat, “Kurucu Meclis” işlevi görüp anayasayı değiştirecek 13 Haziran parlamentosunu engellemek ve öldürücü darbeyi bertaraf etmek.
Kastamonu’da, Başbakan’ın konvoyuna yapılan saldırının anlamı budur.
Başka da bir şey değildir.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.