Üdebâya Her Yer Gurbet
Fikir ve mısralarında iki gurbeti birden yaşayan ehl-i üdebânın dünya hayatına eyvallah etmemesi kelimelerin gücüyle gurbete karşı dayanıklı olmaya çalışmalarındandır.
Necip Fazıl’ın, annesinin vefatından sonra yazdığı şu mısralarda iki türlü gurbet duygusu vardır: “Dağlarda dolaşırken yakma kandili / Fersiz gözlerimi dağlama gurbet / (...) Yalnız annem gibi, o ılık sesle / İçimde dövünüp ağlama gurbet.”
Ahmet Hamdi Tanpınar, “Beş Şehir” adlı kitabını “bir medeniyete duyduğu gurbeti hissedip yazdığını, Bursa’da su seslerinde gurbeti hissettiğini” söylemişti. Erzurum Akçakale’de “gurbetten evlâtlarının dönmesini pencere önünde senelerce bekleyen ihtiyarların, her kapı çalınışında yitiğinin dönmesi umuduyla heyecanla açılan kapıların, 5-10 sene öncesinde ayrıldığı yurduna hasbelkader dönen savaş artığı insanların hikâyelerinden” duyduğu gurbet hüznü onu yüreğinden ağır yaralamıştır.
Bir şiirinde “Ayrılık var mı, gurbet var mı? / Biz beyhude yere gecikenler” diyen Tanpınar’ı ağır yaralayan bir gurbet hikâyesiyle gurbete âşina olan herkesin yaralanmasını isterim: “Bir hanın köşesinde savaş esirliğinden yeni dönen yanık yüzlü, tek kollu bir biçâre evinden çıkıp savaş gurbetinden döndüğünde oğlu, karısı, anası ve kimseyi, hattâ evinin yerini bile bulamaz. Şehri terk edip giderken o savaş artığı gurbetzedeye ‘şimdi nereye gidiyorsun’ diye sorulunca, o da ‘evlâdım nereye gittiğimi ne sorarsın. Geldiğim yeri sana söyledim, yetmez mi?”
Nurettin Topçu mistik ve tasavvufî bir bakışla, gönlümüzü kaybettiğimiz materyalistleştirilen eşya ve hayat karşısında “bin nedametle nihayet anladık. Bu dünyada belki her şeyi bulmak kolay, kendini bulmak zormuş. Kendimizi nerede bulalım? Kendi dışımızda nereye koştuksa gurbette kaldık” diyerek, denî ve süflî gurbete koşanları “merhametli” yüreğiyle “sıla” ya dâvet ediyor.
Dervişlerin hayat tasavvurları bir baştan bir başa gurbet üstüne kurulmuş: “Melâmî derler bize / Gurbet gurbet gider yolumuz bizim / Gurbet gurbet sızar yaşımız bizim / Hasret hırkasını melâmet takmışız / Gurbet gurbet kaynar aşımız.”
Modern zamanlar öncesi (ne mutlu modernliğin idrâkleri kirletmediği o saadetli zamanlara) şairlerimizden Rasih Bey, “Yardan mehcur iken düştük diyâr-ı gurbete / Dehr gösterdi bize hicran hicran üstüne.” Diyor ki şair: Yardan ayrıyken bir de gurbete düştük ve zaman bize ayrılık üstüne ayrılık gösterdi.”
Yahya Kemal, “Gurbet nedir bilir mi o menfâya gitmeyen? / Ey gurbet, ey gurûbu ufuklarda bitmeyen” mısralarıyla â’ratfa bir aydının Avrupa’nın ruhsuz şehirlerinde yaşadığı gurbet duygularını anlatır.
Gurbetin varlığına Mehmet Âkif de katılır: “Bazen vatan gurbetlenir gurbette vatanlanırmış / Gel artık mâsiva yok, şimdi yurdum Tanrı yurdudur”
Kemalettin Kamu’nun şarkı olarak bestelenen “Gurbet o kadar acı ki ne varsa içimde / Hepsi bana yabancı, hepsi başka biçimde / Ben gurbette değilim gurbet benim içimde” şiirini duygulanıp da kaidesiyle terennüm etmeyen var mı acaba? Onun, gurbetin hem gönüllüsü olduğunu, hem de içinde bir yara olduğunu ifade eden şu mısralarını az yâd etmemişizdir: “Bekçisiyim bu serin / Bu siyah gecelerin / Gurbetten daha derin / Bir yara yok içimde.”
Faruk Nafiz Çamlıbel’in gurbet üstüne yazdığı “Sarmış beni gurbet / Sarmış beni Mecnun diye zincir gibi dağlar” mısraları diline gelmeyen var mı Anadolu’da?
Gevherî’nin “Kurtulamadım üç nesnenin elinden / Biri firkat, biri gurbet, biri aşk / Üçü bilmez birbirinin hâlinden” mısraları ârif olana, yaratılışla başlayan gurbet ve aşk yolculuğumuzun arasındaki trajik mücadeleyi ne güzel anlatır öyle?
Şair Mehmet Narlı da çıktığı Mısır gurbetinde bir gönül dostuna nasıl sitem ediyor yüreği yanarak?: “Gurbetin odasında yatmayan ne bilir günlerin upuzun / Ve fakat ömrün kısa olduğun / Dilini ateşte tutmayan / Canıyla atladığı her gölgenin içinden nasıl düşer kuyulara / Ne bilir insan kaçarken yalnızlığın köpeklerinden.”
Vecidli aşk erbabı Fethi Gemuhluoğlu “gönlümüzün kavgası” dediği gurbet “önce sevgiliye, sonra O’nunla beraber kemâl hâlinde asıl sevgiliye kavuşmadıkça, gönlümüzün kavgası dinmeyecek, dur-durak bilmeyecektir” diyor.
Ö. Tuğrul İnançer’e göre “dünyadaki mâceramız bir düşüş değil.” Bu ehl-i irfana göre, “her şey aslına rücû eder esasından yola çıkıldığında gurbet irâdî olarak gurbet hâlinden çıkıp kurbete (yakınlık) sılaya dönmektir.”
Psikiyatrı uzmanı Prof. Dr. Süheyla Ünal Hanımefendi, Batı’nın inançsız ruh bilimine karşı insanlığı gurbeti ve sılayı tanımaya çağırıyor ve dünyanın bir gurbet, “sıla” nın ise “asıl vatan ” olduğunu söylüyor: “...Ne çok şey değişti... Ama ‘sıla’ yerli yerinde durdu hep, ‘gurbet’ de karlı dağların ardındaydı. Sıla ana kucağı idi. (...) Sıla asıl vatan. Gurbet, okun düştüğü yerdi. Oku savuranın durduğu yer sıla. Savrulan okun arandığı her yerdi gurbet. Dağların ardı, çöllerin ötesi, şehirlerin en güzeli... Sıla, değişmeden duran, sığınılan limandı... Gurbet gel gel edip de kaçan...”
Hilmi Yavuz, “Doğu’nun Gurbetleri” şiirinde “Kendi elimizle kurduğumuz gurbetten / Daha zor bir sürgün yoktur” diyerek, yaratılıştan bu yana insana bahşedilen gurbetin haricinde bilerek düştüğümüz trajik gurbetlerimizi anlatmıyor mu? Mesnevi’de “Ne kadar gurbet çekersen akraban ve vatanın o kadar tatlı olur” diyor Mevlâna.
Ahmet Yüksel Özemre, “vehim ve gerçeği” anlattığı yazısında “Kur’an ve sünnet gerçeğine” sarılmamızı öğütlüyor ve “gerçeği istemek gurbete düşmek demektir” diyor.
Dücane Cündioğlu da kelimeleriyle iki türlü gurbetle alâkadar olan derin gurbetçilerden sayılır: “Ne garip, dünyayı yorumlamak için o dünyanın kendisinden uzaklaşmak zorundayız. (…) Gurbet, yani yabancılaşma. Yabancılaştıkça anlıyorum. Garipleştikçe, gurbeti hissettikçe. (…) İnsanı hicranın tâ içine gömen, her adımında onu gurbet buhranına sokan hep yine insan…”
Mehmet Niyazi’nin, bir kitabının girişine yazdığı şu satırlar sanki derûnumdan çıkmışçasına yüreğime işledi: “ Gurbet, insanın kendisiyle boy ölçüştüğü yerdir. Aşk ise orada bir başkadır. Ona bir adım daha yaklaşmak heyecanıyla gam dehlizini andıran gecelerde sabahları iple çekilir. (…) İnsan bu durumda hisli ve içli gurbeti yürek ağrılarıyla döker; ah, ne o ağrılara tahammül ediliri ne de onlardan kopulur.”
Sezai Karakoç’ta gurbet, “En Sevgili”den “dünya sürgününe” çıkmaktır: “Senin kalbinden sürgün oldum ilkin / Bütün sürgünlüklerim bir bakıma bu sürgünün bir süreği” dir. Aslı vatana bir an önce dönmek için yalvarır: “ Göğsümde sürgününü geri çağıran bir damar vardır / (…) Ey Sevgili / Uzatma dünya sürgünümü benim.”
Bahaettin Karakoç, “Kalûbelâdan beri muhacirim ben / Her nereye gitsem ensâr karşıladı” mısralarıyla bezm-i elestten bu yana gurbetçi olduğunu söylüyor. Şiirin, kelimelerin aslında bir gurbet dili olduğunu, gurbet sancısından doğduğunu dile getiriyor: “Göç sabaha, kon akşama / Hasret tık tık vurur cama / Siz sıla dersiniz ama / Diyar-ı gurbettir şiir.”
Abdurrahim Karakoç, gurbeti ağır yaşayan bir şairdir. “Gurbet sancıdır, ayrılık hançer / Gurbet nedir, ne değildir? De hele” diyerek gurbetin manevî derinliğini arayanlardandır. Kendi gurbetinde “Öyle ıstırap ki, dağlar fevkinde / İçimde denk olur gurbet akşamı / Bir garip ölünün mezar taşına / Konmuş çelenk olur gurbet akşamı” diyerek kendi gurbetinde kıvranan bir şair.
Şiirlerinde en çok gurbet yanımızı anlatan Ali Akbaş şu şiiriyle maddî gurbetçilerimizi yüreğine yüreğine vurup ağlatarak kendinden geçiriyor: “Sirkeci’den tren gider evim barkım viran gider / (...) “Sirkeci’den tren gider / Vagon gider derdim gider / Gurbet elde bir başıma / Varım yoğum alır gider / Sirkeci’den tren gider / Bir yaldızlı Kur’an gider / (...) Su serperler gidenlerin ardından / Dün askere, Hint’e, Yemen’e / Bugün ekmeğe yaban ellere.”
İskender Pala, “Asıl Sevgili”ye dönme çabasında aşkını gurbet imtihanındaki tâlimle ölçer: “Hani gurbetin ucunda günlüme gömen de, hani seni gurbet gurbet gönlüme gömen de”
Demek ki gurbet kâh “zâlim”, kâh “bir çile yurdu” olabiliyor. Yani ki, içimiz dışımız gurbet bizim.
EK YAZI
Ey azizan!
Şehr-i Maraş’ın hasbî kültür temsilcilerinden Türkiye Yazarlar Birliği Başkanı Öğrt. Gör. İsmail Göktürk ve talebe-i güzidelerinden KSÜ Kültür ve Medeniyet Topluluğu Başkanı Mehmet Yaşar, Ahmet Eralp, Bekir Büyükkurt, Ufuk Türk ve Of’lu Süleyman’ın düzenledikleri “Fetih ve Gençlik” programında, yüreğinin bir parçası Bosna’da, bir parçası Maraş’ta olan hasbî bir medeniyet elçisi Osman Nalbant, Efendimiz (s.a.v)’in İstanbul’un fethine dair buyurduğu hadis-i şerif’ten hareketle fethi anlattı.
Sıra dışı, “resmî dışı” fikirli ve duygulu konuşmasında gençlere “Sizler bir Mısırlı gençler, Bir Suudlu gençler, bir Pakistanlı gençler, bir Lübnanlı gençler, bir Afrikalı Müslüman gençler değilsiniz! Bin yıldır İslâm’ın temsil edildiği ve yine İslâm’ın dünyaya yayılacağı bir ülkenin, yani İstanbul’un payitaht olduğu bu coğrafyanın gençlerisiniz” diyerek “Hakk’a tapan milletin” mensuplarının derûnuna tercüman oldu ki, duygularımı sizlerle paylaşayım, dedim.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.