Erdoğan, yarım kalmış projeyi tamamlayacak mı?
Tamam değişiyoruz. Hem de hızla... Ama değişmeyen bazı şeyler de var. Bunlardan biri de 1950'lerde ortaya çıkan 'demokratik çevre' ve 'otoriter merkez' üzerinden yürüyen siyaset.
Demokratik rejimlerde büyük kitlelerden oluşan 'çevre' politik olarak güçlüdür. Hem sayısal çoğunluğa dayandığı, hem de arkasını temsil ve katılım gibi modern değerlere yasladığı için. Bu yüzden demokrasilerde 'çevre' kaybetmez. 'Merkez' ise kazanamaz, çünkü bir azınlığa, ayrıcalıklı bir azınlığa dayanır. Demokrasi en kaba anlamıyla 'çoğunlukçu' bir rejim olduğundan çevre güçlerini iktidara taşır.
Bu yüzden 12 Haziran seçimlerinin ardından, 'aslında 1950'den beri kazanan hep aynı parti' demiştim. Yani, çevreyi, çevrenin refah, özgürlük ve iktidar taleplerini taşıyan partiler kazanıyor hep. Adı, ister Demokrat Parti, ister Adalet Partisi, Anavatan veya AK Parti olsun. İktidarı belirleyen kitleler ve talepler bir devamlılık arz ediyor.
Zaman içinde bu kitlenin ve taleplerinin değişmez olduğunu söylemiyorum, ama özünde bir devamlılık var. Devlet seçkinleri ve onun sosyal müttefiklerine nazaran üreten ama yönetime katılması istenmeyen bir toplumsal çevre. Üstelik değerlerinden dolayı da aşağılanan, dışlanan bir topluluk. Üzerinde toplumsal mühendislik projesi uygulanan, dolayısıyla siyaseten reşit ve de eşit görülmeyen bu kesimler 1950'den beri demokrasiye sığınıyorlar. Tek sığınakları o çünkü.
Bu çizginin son partisi AK Parti. Başbakan Erdoğan partisinin köklerini Demokrat Parti'ye uzatıyor. Ailesinin de 1950'lerde Demokrat Partili olduğunu biliyoruz. Bildiğiniz bir diğer şey de Erdoğan'ın Menderes ve Özal'la birlikte anılmaktan son derece memnun olması. 2007 seçimlerinde bir grup sivil toplum örgütünün düzenlediği 'Demokrasinin Yıldızları' afişinde Menderes, Özal ve Erdoğan'ın fotoğrafları yan yana görülüyordu. Anlatılan da açıktı; Menderes'ten Erdoğan'a ulaşan bir siyaset ve temsil çizgisi...
Erdoğan, konuşmalarında da bu çizgiden çokça söz etti. Partisini CHP'nin karşısında konumlandırırken aslında bu 'tarihsel hafızaya' ve 'devamlılık fikri'ne referansta bulunuyordu. 1930'lar ve 1940'lar CHP'sinden bol bol verdiği örneklerle Demokrat Parti yerine koydu kendini. Bütün tarihiliğine rağmen bu 'anakronistik' [tarih uyumsuzluğu] görünmedi, çünkü o CHP, ideolojisi, tabanı ve işleviyle hâlâ karşısındaydı.
Menderes 'tek parti rejimi'nin kalıntılarıyla mücadele etmişti, Erdoğan ise 'vesayet rejimi'ne son vermeye çalışıyor. Ki o vesayet rejimi Menderes'i katledenlerin inşa ettikleri 'siyaseti ve toplumu denetleme' mekanizmasından başka bir şey değil. Buna ister 'devamlılık' deyin, ister 'tarihsel hesaplaşma', sonuç açık; Erdoğan yarım kalmış bir projeyi tamamlayacak gibi...
Yassıada'nın 'demokrasi müzesi' yapılması sembolik bir hamle. Başbakan'ın Yassıada projesini hükümet programına taşıması bu 'devamlılık' algısının somut bir ifadesi. Projenin Meclis'te program açıklanırken AK Parti grubundan büyük bir alkış alması da oldukça anlamlı bu bağlamda. Yassıada bir yüzleşme. Yüzleşmek, unutmamak demek. Beklenen, Yassıada'da yaşananların üzerine bir sünger çekmek değil, altına kalın bir çizgi çekmek. O adada demokrasi imha edildi, hukuk iğfal edildi, Demokratlara zulmedildi. O kişilerin tek suçu iktidarı sahiplerine vermekti. Onların acıları demokrasinin direnci oldu.
Bu yıl, idamların 50. yılı... Menderes, Zorlu ve Polatkan'ı katledenlerden hesap sormanın en iyi yolu bu ülkede demokrasiyi geri çevrilemez sağlam bir zemin üzerine inşa etmek. Evet, en iyi rövanş demokrasidir. 1960 darbesi demokrasiden, halk iktidarından, milli iradeden alınan bir intikamdı. Halk, elli yıldır bu sisteme seçimler yoluyla isyan ediyor. Ama sistem değişmiyor; seçimle kazanılanlar, sözde 'anayasal kurumlar' üzerinden geri alınıyor. 'Rövanşistler'in kurduğu vesayet sistemini değiştirmenin yolu tam demokrasiyi inşa etmekten geçiyor. Bunun da yöntemi, yeni, demokratik ve özgürlükçü bir anayasa yapmak. Başbakan'dan beklenti, bu tarihî hesaplaşmayı demokrasi lehine sonlandırması.