Güneydoğu’ya Seyahat-1
(Dindar Kürt Milletdaşlarımın Yanına Gidiyorum)
Milletin târifini bilmeyen ulusalcı Türkçülerin ve posa milliyetçiliğinin bakışıyla değil, “Hakk’a tapan Türk milleti” yekunü içinde Kürt, Arap, Zaza vb. bütün bir millet unsuru olan Güneydoğu’nun dindar insanlarıyla bin yıllık bir dille konuşmaya gidiyorum. Vardığımız her yerde “biz geldik, Maraşlı Türkler, yani Maraşlı İslâmlar olarak size yüreğimizle geldik” diyerek...
Türkiye Yazarlar Birliği K. Maraş Şube Başkanlığını yürüten Sütçü İmam Üniversitesi öğretim gör. İsmail Göktürk ve Pamukkale Üniversitesi öğretim üyesi çalışma ekonomisi uzmanı Yrd. Doç. Dr. Mehmet Yılmaz tarafından Çalışma Bakanlığı’nın hazırladığı kalkınma projeleri bağlamında 2011 Haziran sonuna doğru Güneydoğu illerimizden Urfa, Diyarbakır, Mardin, Siirt ve Batman’da “Sosyal Durum ve Çalışma Hayatı Hakkında Kuruluşlarla Toplantı” yapmak için bu fakirin de bulunduğu sekiz günlük cerbezeli ve fikirli bir seyahat gerçekleştirildi.
İsmail Göktürk’ün ifadesiyle “Güneydoğu’ya sosyolojik bir gezi” ye çıkarken bu fakiri olmazsa olmaz şartı hâline getirdiler. Bu ısrarlı teklif karşısında dayanacak durumda değildim. Hattâ gitmezsem İsmail Göktürk bu önemli seyahate katılmayacağını deklare etti. Onun bu kararlı tavrı karşısında narin kalpli Mehmet Yılmaz kardeşimin üzüleceğini anladım. Seyahatimizin iki uzmanı uzun yıllar içinde dostluk teri dökerek kazanılan fikir ve gönül dostum olunca akan sular durdu, sağlık gibi mazeretlerim rafa kaldırıldı. Elbette dostlarımın bu fakiri olmazsa olmaz şartı hâline getirmelerinden duygulandım ve gurur duydum.
Bu fakir yarım asrı geçen yaşına rağmen doğru dürüst seyahat etmemiş ve seyahatten pek hazzetmeyen tuhaf bir âdemdir. Yakın zamanlarda Eloğlu ilçesini geçmemiş biri olarak övündüğüm de olur. Ankara ve İstanbul çevresi askerlik mecburiyetiyle gördüğüm mekânlardır. En son Semerkand Dergisi mensupları adına Ali Hocam’ın sohbet için gittiği Adıyaman ve Adana’yı çalgap görmüş oldum. Seyahat karnem hayli kırık. Gördüğüm yerler Şehr-i Maraş çevresinde baraj ve ırmak kenarlarıdır ki, ehl-i irfan Muzaffer Gözükara Hocam şâkirtleriyle balığa gittiğinde bizleri de götürüyor sağ olsun.
Evet, Güneydoğu’ya gidiyordum. Sanki bir başka kıtadan gelip yeni bir kıtaya gider gibi gidiyordum Güneydoğu’ya. Vecd ve heyecan içindeydim. Sanki hiç bilmediğim insanların diyârına seyahat ediyor, hiç bilmediğim Kürtlerin bölgesine gidiyordum. Ulusalcıların propagandasıyla çeyrek asırdır sanki PKK’nın kanlı etnik Kürtçülüğüyle aynileşmiş bir bölgeye gidiyordum. Bir heyecan bir heyecan ki, fakiri bir görecektiniz. Oysa Güneydoğu’ya Maraş’ın kamyoncusu, otobüsçüsü, ticaretçisi, bibercisi yıllardır her gün gider gelir. Fakat gidip gelenlerin bu fakirdeki heyecanı yaşadıklarını hiç görmedim.
Bu fakirdeki heyecanın kaynağı bugün herkesin bildiği konulardır. Otuz yılı aşkın bir zamanda şu başlıkların Türkiye’nin gündeminde olduğu bir süreci amatör fikirlerimle âdeta mesul bir duygu içerisinde yaşadım:
Doğu Meselesi, Kürt-Türk meselesi, 12 Eylül sonrası birden hareketlenen Kürt meselesinin kanlı hâle gelmesi, Kürt Meselesi hakkında hayli makâle ve onlarca kitap okumak, Kürt var mıdır yok mudur tartışmaları, Atatürk milliyetçisi akademisyenlerin ve Türkçülerin “Kürtler aslında Türk’tür, Doğu ve Güneydoğu’daki vatandaşlarımıza Türk Kürdü mü, Kürt Türkü mü Diyelim” tarzında sözde ilmî yazılarıyla heba olan yıllar, “Kark kurk” seslerinden Kürt adının doğduğunu ileri süren resmî görüşün kurdurduğu Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü’nün Kürtlük üzerine kitaplarını ödemeli isteyerek öğrenme arzusu, Türk ve Kürt ulusalcıları, PKK denilen canavar,Ulusalcıların ve bir kısım Türk milliyetçilerinin “Kürt diye bir toplum yok, onlar sonradan Türkçe dillerine Farsça, Arapça ve biraz da Ermenice kelimeler katarak farklı bir dil ortaya çıkarmışlar o kadar” deyip meselenin üstünü bir tabu gibi kapattıkları yakın zamanlar...
Mesele hiçte böyle değilmiş meğer. İslâm Medeniyeti dairesinde Osmanlı bakayası Türkiye’nin, yani Türk devlet ve milletinin tabii bir unsuru ve parçasıymış Kürtler. Halbuki Kürt diye bir topluluk bin yıldır yaşıyormuş. İslâm medeniyeti zemininde kurulan özellikle Osmanlı çağlarında Türkle Kürt bir milletti. Kırmanç, Lorani, Zaza ve benzeri farklı kelimeler kullanan Doğu ve Güneydoğu’da Kürt aşiretleri varmış da resmî ideolojinin yazdırdığı kitaplarla vakit kaybetmişiz. Bugün ortalama bir okuyucunun bildiği sayısız kitaplar var ki, Kürt tabiri Eyyübilerden, Selçuklu’dan ve en önemlisi Osmanlı’nın beylik ve tımar sisteminden bu yana yazışmalarda kullanıldığı âşikar.
Güneydoğu’ya seyahatim kimi dostlar arasında farklı düşüncelere sebep olmadı değil. Türkçülükte hâlâ ısrar eden bâzı dostlarım arkamdan “....Güneydoğu’ya Kürtlerin Lavrens’i olarak gidiyor...” şeklinde güya latifeli sözler etmişler. Gücenmedim. Köprünün altından her gün metreküplerce suların aktığının farkında değiller. Elbet birgün o saf ve heyecanlı dostlar da İstiklâl Harbi’ndeki gibi Kürtlerin de içinde olduğu Türklüğün “Hakk’a tapan millet” olduğunu idrâk edeceklerdir.
Hattâ Şırnak’a gitmek için Cizre üzerindeyken, İsmail’in telefonu çaldı. Arayan felsefe ve milliyetçilik uzmanı emekli Yrd. Doç. Dr. Mustafa Kök Hocaydı. Hususi bir konuda aradığı belliydi. “Ne var ne yok” sualine, İsmail “Ahmet Abi ve Mehmet Yılmaz’la Güneydoğu’ya bir araştırma gezisine çıktık. Şu anda karşımızdaki tabelada ‘Şırnak 50 km.’ yazılı” deyince, M. Kök Hocamız gâliba yadırgayan bir heyecanla “ne işiniz Şırnak’ta” diyor. İsmail, gidiş sebebini anlatıyor. Sonunda değerli insan M. Kök Hocamız dokunaklı ve serzenişli bir üslûpla “bu seyahatin inşallah Ahmet Beyin zihnine olumlu katkısı olur” diyor. Tebessüm ettim.
Bu fakir, Kemalist cumhuriyet argümanlarıyla Türkçülüğün birçok konuda aynı kaynaktan beslendiğini dile getirdiği için bâzı dostların nazarında bir yazarın ifadesiyle “ kabilesinden ayrılan” biri durumuna düşmüştüm. Mümtaz insan M. Kök Hoca, Cüneyt Cesur ve Murat Yücel gibi kalbî dostlarım Güneydoğu’da PKK ve BDP rezaletini görüp arızalı Türk milliyetçiliğine yeniden avdet ve rücu edeceğimi düşündüler. Dahası, güzel dost Dr. Mehmet Ceran “....Güneydoğu’ya Avrupa Birliği Kalkınma Ajansı’nın araç ve imkânlarıyla gidiyor...” diye serzenişte bulunmuş. Heyecanına ve Türkiye’nin dokunulması yasak olan yakın tarihini ve derin cumhuriyet projelerini az okuduğuna yordum.
Oysa bu fakir ne AB’cidir, ne de Kemalist Ankara rejimindendir. Güneydoğu’ya seyahatim, Kürtlerin de içinde bulunduğu “Hakk’a tapan Türk milleti” fikrimi daha da pekiştirdi. İsmail Göktürk’le birlikte tâlim ettiğimiz İslâm’dan beslenen medeniyetçi Türk milleti ve Türkiye anlayışıyla Güneydoğu’ya gidiyordum. Bunun ne kadar doğru olduğunu nâçiz yazımın diğer bölümlerinde göstermeye çalışacağım.
İlk durağımız Urfa’ydı. Bir ikindi üzeri G. Antep istikametinden yola düştük. Yolcular olarak dört kişiydik. Urfa’da bizi misafir edecek olan Maraşlı sağlıkçı dost Mehmet Bâki’nin kardeşi üniversite öğrencisi Ahmet de vardı. Arabamız kiralık araç şirketinden kiralanmış son derece lüks bir Avrupa arabasıydı. Arabayı aynı zamanda usta bir sürücü olan İsmail Göktürk sürüyor. Arabaya bu fakirin mızıkçı midesi için yedek ekmek ve su konuldu. Hava gayet sıcak bir hâldeyken Urfa il sınırlarına girdik. Yollar bakımlı ve çift şerit. İleride bir tesis göründü ve İsmail, bu fakirin çay müptelâlığına hürmeten “şu tesis de çay içelim” diyor. Tekrar yola koyuluyoruz. Yol boyunca gördüğüm tepe, arazi, toprak her yer sapsarıydı. Âdeta sarı renkten oluşan uçsuz bucaksız bir ovada sürekli yol alıyorduk. Peygamberler şehri Urfa’nın hayâlini kuruyordum. Yatsıdan önce Urfa’nın nisbeten serin bir mekânında olan Mehmet Bâki’nin evine duhul ettik.
Urfa’da iki gece ve iki gündüz kaldık. Konakladığımız evde rahat ettirildik. Ev sahibimiz Mehmet Bâki ve kardeşi Ahmet misafirseverliğin bütün icaplarını yerine getirerek bizleri ağırladılar. Yola çıkmadan önce İsmail zatürre geçirdiğinden dolayı arada bir ateşi çıkıyordu. Urfa’daki ikinci gecemiz de yemek de yemeden saat dokuzda yatıp ertesi gün dokuzda kalktı ki, fakir onun huyunu iyi bildiğinden “aman İsmail abinize dokunmayın, uykusunu fesat etmeyin, başka odada oturalım, o bize lâzım” dedim. Arada bir yokluyordum. İslâm elifbamızın harflerinden Vav şeklinde yatıyordu. Yattığı odadan eşyalarını almak için girip çıkanlar balkon kapısını açıp unutmuşlardı, cereyanlı hava odanın içinde ve İsmail üstünde Azrail gibi dolaşıyordu. İçimde kızdım tabii. Gönül diliyle “n’olacak işte! Türk bunlar!” dedim.
Urfa’nın gündüz kırk üç derece sıcaklığında kuruluşların toplantısına katılıyor ve kalan zamanları da ulvî ve tarihî mekânlarda geçiriyorduk. Önce Urfa’daki toplantıyı anlatmam gerek. Konuyla ilgili resmî ve sivil kuruluş temsilcileri hemen tamamı eksiksiz katıldılar. Toplantılar genellikle İl Özel İdaresine ve her ilde bulunan Avrupa Kalkınma Ajansları’na ait şık toplantı salonlarında gerçekleşiyor. Uzun bir masa etrafında temsilciler gayet hazırlıklı, tıraş ve kıyafetlerine özen göstermiş ciddî bir hâlde oturuyorlar.
Bu fakir yıllar var ki, taşra kurum ve kuruluş temsilcilerinin hâlet-i ruhiyesini iyi bilir. Ankara’dan yahut bir Bakanlık adına gelen yetkililerce taşra il temsilcileri bilgilerine başvurmak üzere toplantıya çağrıldığındaki hâllerini, heyecanlarını, konuyla ilgili bilgilerini son derece önemseyen bir vecd ile anlattıklarını, önlerindeki kalem ve kağıdı âdeta tarihe kayıt düşülen bir eda ile kullandıklarını âcizane iyi bilirim. Saftır, heyecanlıdır taşra kurum temsilcileri.
Mehmet Yılmaz uzun ve geniş masanın en başında brifing alan heyet başkanı pozisyonunda oturuyor ve açış konuşmasını yapıyor. Açış konuşması her toplantıda aynı açıklama ve tanıtım cümlelerinden ibaret. Kendisini takdim ettikten sonra hemen yanında, yani masanın baş köşesinde oturan kişinin üniversite mensubu olarak İsmail Göktürk olduğunu, masanın biraz tenha köşesinde, dostlar alışverişte görsün ve düzen bozulmasın diye oturan bu fakirin ise Türkiye Yazarlar Birliği mensubu olduğunu ve gözlemci olarak katıldığını ifade ediyor. Çalışma Bakanlığı adına üniversite mensupları olarak geldiklerini, ilin sosyal ve çalışma hayatına dair acil ve önemli ihtiyaçları öğrenip Avrupa Kalkınma Ajanslarıyla birlikte proje çalışmalarını yürüten ilgili Bakanlık birimlerine bildirileceğini açıklıyor. Toplantı her ilde bu minval üzere sürüp gidiyor.
Çaya perişan olduğumuz söylenemez. Devletlû havası taşıyan o kocaman ve enli masaları unutmam zor. Her toplantıda, bir gerekmez şairin mısraı aklıma geliyordu: “Masa da masaymış.......” Emekliliğin münzeviliğiyle o bürokratik ciddiyet arz eden uzun uzun enli masaları unutmuştum. Yani ki, o masaların aklıma üşüştürdükleri, tedaileri ve hâtıraları bir deneme mevzu olabilecek çaptadır. Gerçi fakir masayı öteden beri sever. Hattâ dostlarım ara sıra bu fakire “ Masacı” deyip geçmişimin bürokratik alâmetlerini yüzüme vururlar.
Urfa’da toplantıya katılanlardan Milli Eğitim Müdür Yardımcısı ilginç bir tip olarak araştırmamıza kısa fakat anlamlı katkıda bulunan bir insan. Kendisi l2 Eylül öncesini ve sonrasını yaşamış safkan bir Urfalı Kürt milletdaşımız. Maraş’ta öğretmenlik yapmış. İsmail Göktürk ona soruyor: “Hocam siz kimsiniz, aidiyetiniz, cemaatiniz nedir?” Diye samimi sorular sorduğunda “ben” diyor, Urfa’da ilk MHP ve Ülkü Ocakları teşkilatlarının kuruluşunda görev aldım. Fakat bu gün Ak Parti’nin kuruluşuna destek oldum. İdeolojik ve siyasî tabularım yok. Bugün MHP bu bölgede ihtiyaç değil. Bölge için AK Parti’nin konumu daha uygun. Bu bölgede etnikçi partiler toparlayıcı olamaz...” diyor. (Zaruri bir açıklama: Asla bir siyasî partiye aidiyet düşüncem yoktur).
Urfa, Kürt ağırlıklı nüfusu yanında Arap ve birazda Türk aşiretlerin yaşadığı dindar ve muhafazakâr bir memleket. PKK’nın ve BDP’nin etnik ve İslâmsız Kürtçülüğüne karşı İslâm’ı öne çıkarmayı başarabilecek devlet ve millet bütünlüğüne bağlı dindar Kürtlüğün menbaıdır. Güneydoğu’nun diğer şehirlerinin de Urfa’nın dindar Kürtlüğünün değerleriyle beslenmesi gerektiğini gördüm. Bu bakımdan Urfa’yı iyi tanımalı.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.