Rasim haklı
Rasim Ozan Kütahyalı, rahmetli Oğuz Atay’dan yola çıkarak, “bir dönemin hesaplaşmasını” yapıyor.
Bana da ufak bir “ara pası” çıkardığı için konuya girme gereği duydum.
Özetle diyor ki, bir dönem “edebiyat kanonunu” oluşturan “sosyalist köylü çetesi”, has edebiyatı göz ardı etti; geri, ilkel ve çağdışı edebiyat örneklerini ise ödüllere boğdu.
Haklı... Çok haklı.
Bugün, malum edebiyat çetesinin ön plana çıkardığı yazarları hiç kimse hatırlamıyor... Tanpınar, Peyami Safa, Yusuf Atılgan, Oğuz Atay, Sevim Burak, Bilge Karasu ise yaşıyor.
Birkaç yıl kadar önce, Cumhuriyet gazetesinde bir haber okumuştum. Fiziki ölümüyle birlikte edebi ölümü de tamamlanmış bir köy romancısına övgüler düzüyorlardı.
Konuşturacak birkaç da “paslı tüfek” bulmuşlar; “devrimciydi, cumhuriyetimizin değerlerine bağlıydı, yurtseverdi, iyi edebiyatçıydı” falan diye kendi aralarında “güzelleyip” duruyorlar.
Ölmüş gitmiş adam; arkasından konuşmak gibi olacak ama, edebiyat ölçütlerine vurduğunuzda kötü bir romancıydı. Bir roman yarışmasında Yusuf Atılgan’a tercih edilmişti ama kötüydü.
Evet, Fakir Baykurt’tan söz ediyorum.
Türkiye’de, “dönemsel” ve “gelgeç” edebiyat akımlarına prim vermeden inatla edebiyatın izini süren, inatla “birey”in varoluş sorunsalına kalem üşüren yazarlar “ikincil” ve “sıradan” kabul edilirken, Millî Şef İnönü’nün kültür tahayyülünden türetilmiş yazarlar edebiyat dünyasının “köşe taşları” ilan ediliyordu.
Fakir Baykurt da bunlardan biriydi.
Köy Enstitüsü’nde yetişmiş, devlete memur olmuş, onu var eden koşullara vefa borcunu ödemek için de “din” ve “milliyet” duygusundan arındırılmış bir edebiyatın izini sürmüştü.
Köy Enstitüsü’nün, Stalin’den arak bir kurum olduğunu söylemeye gerek var mı?
Bunun öyküsünü Kemal Tahir yazdı: “Bozkırdaki Çekirdek.”
Bu kitabı yazdığı için de gerici, burjuva, “köylü düşmanı” ilan edildi.
Edebiyat eleştirmeni Şerif Hulusi “Sosyalist bir yazar böyle bir roman yazamaz” diyordu; çünkü tek kutsal değer “sosyalizm”, tek kutsal edebiyat “köy romanı”ydı.
Öyle bir dönem ki, edebiyatta “köy romanı” diye bir kategori bulunmadığını, edebiyat için tek ölçütün yine “edebiyat” olduğunu anlatmaya çalışanlar; Plehanov’dan, Lukasc’tan, Fischer’den örnekler getirerek bu edebiyatın geri ve yoz olduğunu ortaya koyanlar hemen “burjuva işbirlikçisi” ilan ediliyordu.
Şerif Hulusi, çeviri edebiyata da iyi gözle bakmıyordu; Albert Camus’nün “Veba”sını Türkçeye çeviren Oktay Akbal’ı “vatana ihanet”le suçlamıştı örneğin.
Oğuz Atay da vatan hainiydi.
Tek parti döneminin ipliğini pazara çıkaran Kemal Tahir zaten vatan hainiydi.
İkinci Yeni şairleri hakeza...
Ece Ayhan “sivil” sözcüğünü edebiyata soktuğu için vatan hainiydi.
Salt bireyi konu alan hikayeler yazdıkları için Ferid Edgü, Orhan Duru, Demir Özlü “a priori” olarak vatan haini idiler.
Tanpınar “işçi sınıfının sorunlarını göz ardı ettiği için” kötü romancıydı.
Oğuz Atay hiç yoktu...
Sezai Karakoç, Nuri Pakdil, Rasim Özdenören, Mustafa Kutlu, Mustafa Miyasoğlu da yoklardı.
Peyami Safa komünist düşmanıydı, dolayısıyla makbul bir romancı sayılmazdı.
Sevim Burak ve Bilge Karasu eserlerinde “kötü ağa, işbirlikçi imam, aydın öğretmen” şablonuna yer vermiyordu, bu da onları otomatikman “burjuva işbirlikçisi” yapıyordu.
Hülasa, Rasim haklı...
Haklılığını teyit edecek başka örnekler de var ama yerim kalmadı...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.