Bir de bu vardı, değil mi?
KCK soruşturması, Kürt meselesi, CHP’de pırtlayan liderlik sorunu, Soner Yalçın’ın “en seksi erkek” ilan edilmesi, hepsi tamam da, bizim bir de Nobel gündemimiz vardı, değil mi?
Bu yıl ödül, İsveçli şair Tomas Tranströmer’e gitti.
Daha doğrusu ödül, yedinci kez, ata yurdu olan İsveç’te kaldı.
Tomas Tranströmer’i tanımıyorum.
İnternetten yaptığım küçük bir taramadan sonra, “pastoral” işlerle uğraşan bir şair olduğunu öğrendim. Birkaç kitabı Gürhan Uçkan tarafından Türkçeye çevrilmiş. Bazı örnekler okudum: Oldukça iyi çeviriler.
Sıradan sayılabilecek bir yaşam öyküsü var Tranströmer’in.
Sadece şiir yazmış.
Bizim Fazıl Hüsnü Dağlarca ve Edip Cansever gibi... Başka disiplinlere meyletmemiş.
Bir ara Türkiye’ye uğramış.
Türkiye’den söz eden şiirleri var... “İzmir Üç Saat” diye bir şiir yazmış mesela...
Ne demeye yolunu Türkiye’ye düşürmüş? Belli değil...
Nerval de sessiz sedasız gelip, sonradan bombasını patlatmıştı ya... İlginç bilgiler sunmuştu hani... “Bir başka veçhesiyle Türkiye”yi bize anlatmıştı... Bir bakıma tereciye tere satmıştı.
Tranströmer’in de var mıdır kıyıda köşede Türkiye’yle ilgili izlenimleri?
Mutlaka yazmıştır.
Bunları bulup çıkarma işi çevirmenlere düşüyor. Gürhan Uçkan bu konuya da bir el atmalı.
Pastoral zaviyeden Türkiye nasıl görünüyor? Bir de şairden okuyalım. Belki de turistik seyahat çerçevesinde gelip gitmiştir, “rakı, deniz, şiş kebap” muhabbetiyle iyice bayacaktır. Olsun. Okuyalım...
Nobel, son yıllarda, “hayal kırıklıklarını” derinleştiren ve geride çok yaralı bırakan bir ödül haline geldi.
Bu yıl bahis şirketleri Bob Dylan, Haruki Murakami ve Adonis’e şans tanıyorlardı.
Bir de Salman Rüşdi.
Salman Rüşdi aslında kendi kendini gaza getiriyordu... Rivayet, sağa sola bu ödülü çoktan hak ettiğine ilişkin yazılar yazdırdığı yönünde... Günahını almayalım yine de.
En çok Adonis’e sevindim.
Ezkaza ödül alsaydı, Hürriyet’in külhan-şair-entelektüel yazarı Özdemir İnce’yi tutamazdık... “Arkadaşım” dediği ama hiç anlamadığı Adonis üzerinden kim bilir ne cevherler yumurtlayacaktı. Allah korumuş...
Neden mi hayal kırıklığı?
Bir araştırma okumuştum: Orhan Pamuk Nobel almadan önce, Türkiye’de yayımlanan “ilk romanlar”ın sayısı iki yüzü aşıyormuş... Nobel’den sonra bu sayı 20’li 30’lu rakamlara düşmüş...
Herhalde yazarlarımız, ödülün 50 yıl daha Türkiye’ye uğramayacağını düşündüler ve motivasyonlarını kaybettiler.
Bu hayal kırıklığını, kronik Nobel adayımız Yaşar Kemal’de de görüyoruz.
Politik çıkışların cevval yazarı Yaşar Kemal, son yıllarda manidar bir suskunluğa büründü. Hiç konuşmuyor. Hiç gülmüyor. “Türkiye’nin meseleleriyle” ilgilenmiyor. Kendisine dışarıda “nam” ve “ödül” getirecek aykırı çıkışlar yapmıyor.
Roman yazıyor mu? Ondan da emin değilim.
Paul Auster ve Philip Roth’ta da benzeri bir hayal kırıklığı var. Bunu demeçlerinden, yazılarından, mülakatlarından, konferanslarından çıkarmak mümkün...
Peul Auster’ın bir tek “Ben bu ödülü çoktan hak ettim” demediği kaldı.
Roth ise, “İstemiyorum ama yan cebime koyun” havasında.
Fakat, uluslararası siyasanın aldığı biçim (daha doğrusu, uluslararası konjonktür) Auster ve Roth gibilerin şansını daraltıyor.
Dünya, çünkü, 11 Eylül travmasını aştı.
Kontenjan, Kertesz ve Jelinek gibilerce dolduruldu.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.