“Günde Beş Vakit Şair” Olmak
Şair Memduh Atalay, Türk’ün ruh köklerini inşa eden Anadolu mutasavvıflarının risâleleriyle hâlhamur olunca, mısraları hem mazrufuyla, hem edebî zarfıyla kalp ve dimağı bir iksir gibi kuşatıyor. Sivas’ın türküleri gibi vecd ve hüzün üzere kelimeler devşirince yürekten, “Günde beş vakit şairim ben” diyebilmeyi hak ediyor.
“Günde beş vakit şairim ben” mısraı İslâm’a olan aidiyetin istiğrak hâlindeki ifadesidir. Şair, ehl-i hâl olunca “günde beş vakit” şiirle hemhâldir. Bezm-i elestten sonra kendini dünyada gurbetçi bildiği içindir ki şiirin, yani “bilme, tanıma, anlama” yolunun tâlimini yapmaktadır.
Şairin tâlimgâhı Yunus Emre, Şemsi Sivasî ve Sivas’ın yirminci asırdaki fikr ü irfanı, mürşid-i kâmili, gönüller yapıcısı Gavs-ı âzam İhramcızâde İsmail Hakkı Toprak Sivasî Efendi gibi şiirin künhü olan kapılar olunca elbette “günde beş vakit şairim ben”diyecek. Demesiydi şayet ölecekti.
“Günde beş vakit şair” olmanın kaynağı, günde beş vakit okunan ezandır, günde beş vakit kılınan namazdır. Dinimizde bu “vakitler” Müslümanın yerine getirmesi gereken vecibeler olmasının yanında şuara ve üdebâ sınıfından olanların da kalp kulağını açık tutup yöneldiği, şiirine çağrışımlar topladığı ve maveraî hakikatlerden içine ilhamlar doğduğu ânlardır. Şair dolayısıyla bu “vakit”lere bağlı bir “hâl” içinde mü’min olma vazifesini aynı zamanda şair olarak da yerine getiriyor. Şairliğinin gücü ve şiirinin ilham kaynağı bu “vakit”lerdedir.
“Günde beş vakit”, mü’min için olduğu gibi, şair için de mâsivadan uzak, şuurun en açık ve kalbin en cilalı bir ayna olduğu vakitlerdir. Bu “vakit”lerde kalbe ve dimağa yansıyan ilhamlar kesbî değil, vehbîdir. Daha alt dereceden söylemek gerekirse, bu “vakit”lerde şairin derûnuna denî ve şeytanî ilhamlar gelmez.
“Vakit”, mâzi ile istikbâl arasındaki zaman aralığında insanın içinde bulunduğu ândır. Gönül, dünya ile meşgûl olunca vakit dünyadır, yani “denî” bir zamandır. Gönül, ukba ile meşgûl olunca vakit de ukba olur. Öyle ki, insana gâlip gelen “hâl”, insanın içinde bulunduğu vakittir. “İbnülvakt”, yani vaktin oğlu, içinde bulunduğu âna göre mânevî olanla iştigâl edendir. Şair de “ibnülvakt” olmanın gayretiyle “Günde beş vakit şair”liğini bu istikamette ilerletmeye çalışıyor.
Şair, mâna âleminden topladıklarını terkipleştiren, kalp ve dimağı bütünüyle aşka kesilen bir ehl-i dildir. Anadolu’nun yanık yüreğine dair heybetli şiirlerin sahibidir: “Ben yufka yürekli çoban, Osmanlı çıbanı / Senin atladığın sayfalarda bir soruyum / Ben bir suyun yanan ıssızlığında / Yetim topraklara akarım, şair gönüllere / Öperim her gece yıldızların alnını...”
“Sen, Ben, O, Biz Hafız” şiiri onun beş vakte ayarlı şair olduğunun delâletidir. Beş vaktin çağrısından uzaklaşan Müslümanların dünyalaşmasına dayanamayan vicdanını cemiyetle birlikte âdeta sorgu kapısındaymış gibi konuşturur: “Kıravatlı bir işgal minberde başlamışken / Ağlayan bir Cuma ne söyler sana hafız / Melek miydi aradığın, kaçtığın melek senin / Yakanda Osmanlı tuğrası kanatır içini hafız / Yenilgi budur işte, uzak kalışın özrüdür / Sesin sana döner kalbin hesap görür hafız / Eşya bir kötü baykuş haberi karadır hafız / Hurmalıksa hicretin, yüreğin yaradır hafız / Ellerin uzanırken kadîm memnu meyveye / Seccaden dürülür yüzünde tırnak yarasa hafız / ‘Ben de sizden biriyim’ demekle olunmaz ki / Çeşmende tuzlu su, bitmez susuzluğun hafız / Her sahiplik yeni bir köleliğin resmidir / Bedeli hâlâ enkazda ışıldayan aşktır hafız / Bir kez Allah dese aşk ile lisan hani yaprak gibi / Bir Ömür demeden denmez denmez bir Allah hafız / Gönül kârda dil yârde yenilgi içte hafız / Biz aşkı kaybetmiş mücrim kullarız hafız / Şehir yıkanır sâla ile üstümüzde dünya kiri / Dar zamanda dar yerde kirli gideriz hafız / Oyuncaklar çoğaldıkça ağlayan kalbin senin / Ebedilik mi oyun mu suda kaybolan iz hafız / Bunca varlık değil mi, gönlün gitmeyen darlığı / Yunus nice derviştir, Ethem nice sultan hafız / Bir gölgelik yolculuk sırrı paslanmış ayna / Emaneti değiştin bir anlık bir oyuna hafız / Nasılda benzedin kuruyan bir ırmağa / Sende yaralarımı kanatmaya geldim hafız / Güvercinler gözyaşını konar câmi avlusunda / Mağarasında kokar ölüler sen, ben, o, biz hafız.”
Türkmen atalarının geleneklerinden tevarüs eden cezbeli mizacıyla her ehl-i ilim ve ehl-i irfanın kapısında diz çöküp mâna ve hakikat yolunu soran vecidli bir fikir adamıdır. Sivas’ın tarihî kimliği, hüzünlü türküleri onun şahsında tecessüm eder. Dilinden dökülen her kelimeyi işittiğimde, Selçuklu sultanlarına ikametgâh olmanın verdiği tarihî cerbezenin yanında Moğol haramîlerinin zulümlerine muhatap olmuş Sivaslı bir alpereni dinlemiş gibi olurum.
Çabucak kanarım onun celâdetli belâgatına ve üslûbuna. İslâm tasavvufunun imbiğinden geçmiş şiirli konuşmalarıyla onda ehl-i beyt’e bağlılığın izlerini görürüm. Onunla dili dilimden, dini dinimden, özü özümden bir Müslüman Türk insanıyla kucaklaşmanın hazzını yaşarım her defasında.
Benliğimi sarıveren ve yücelerden seslenen celâlli bir şairdir çok zaman. Bâzan, Sivas’ın pîrleri gibi geçmiş zamanlara götürür insanı. Kimi zaman yakın tarih halk âriflerinin hâtıralarını naklederek, Anadolu insanının vicdanında yara açmış devletlûnun millete yaptığı zulümleri hafızama nakşeder.
ŞAİR, SİVAS’IN FİKİRLİ SOĞUĞU GİBİ OLUNCA
Tarık Buğra’nın bir romanındaki Sivas soğuğunun tasviri fakiri çok cezbetmişti. Sivas’ın soğuğu ilâhî kaderle irtibatlı bir mâna yüklenerek tasvir ediliyordu ki, o ân Sivas’ın soğuğuna mistik bir şekilde meftun olmuştum. O gündür bugündür “Sivas’ın soğuğu” fikir ve gönül tâlimimde bir mefhum olup çıkmıştı.
Millî Mücadele yıllarında ilk Meclis tarafından görevlendirilen, Mehmet Âkif’in de bulunduğu mukaddesatçı dört mebus Sivas’a ve Zile’ye giderler. Sivas’a daha varmadan bir nahiyede amansız soğuğun hükümferma olduğu bir vaktin içinde düşünceye dalarlar. Sivas’ın soğuğu yeri göğü dondurarak bir kıyamet gibi yaratılanların hayatlarını ve tabiatı âdeta teslim almıştır.
Soğuğun tedaisinden anladığım şudur ki, Millî Mücadele, Sivas’ın soğuğu gibi maddî ve manevî cephesiyle zorlu geçecek çetin bir imtihandır. Diğer bir tedaisi de, Şeyh Gâlib’in “Hüsn ü Aşk”ının kahramanı Hüsn’nün, sevgilisi “aşk” için ateşten denizde mumdan gemiyle menzile varmaya gayret etmesi gibi, Millî Mücadele için yola çıkanların tefekkür ve imanlarının çetin soğukla karşılaşması, azametli bir imtihan mânasına gelen böyle bir soğuğun üzerinden sahil-i selâmete çıkacağının işâretidir.
Millî Mücadele’nin, “cam kırığı soğuk” gibi çetin ve meşakkatli olacağı, fakat sonunda manevî “dirilişe” vesile olacak olan soğuk, zaferin işareti olarak yürekleri daha bir mukavîm ve inançlı kılacağı mânasına da geliyor. Zaferin, hainlerin ve iki yüzlülerin kol gezdiği sıkıntılı bir vasatta süreceğine, fakat keskin ve tefekkürâne bir mücadeleyle kazanılacağına delâlettir.
Sivas’ın soğuğu “hâl” ehlini daima vecd ve tefekkür içinde tutar. Bu bakımdandır ki, şaire “Sivas’ın fikirli soğuğu” unvanıyla hitap ederim hep. Sivas’ın soğuğu cam kırığı kesiğine benzer. Cam kırığı yarası gibi acıtır insanın canını. Bu acıtma, önce bir enjektör ağrısı gibidir, sonra kana karışır ve dimağa yürür. Katışıksız bir soğuk derinizi öylesine yakar ki bir müddet sizi esir alır. Önce bedeniniz, sonra benliğiniz ağulanmış gibi ateşe keser ve vecd hâlini yaşarsınız.
Sivas’ın soğuğu saf ve fikirlidir. İçinde nem, pus ve kirli tabiat maddeleri bulamazsınız. Bu, gerçekte böyle olduğu gibi “hâl” ehline mecazen de bu mânadadır. Âni değişiklikler göstermez. Kalleş değildir. Bir akort ve âhenk üzere çalınan Sivas türkülerinin nağmeleri gibidir.
“Soğuk” kelimesi, adı gibi soğuk yönleriyle bilinir. “Soğuk insan”, “soğukluk etmek”, “soğuk davranmak” gibi menfî tamlamalar almıştır. Fakat şairle ikimizin arasındaki dostnâmeye göre “soğuk”, şairin şahsiyetine yüklediğim mânasıyla “ilham”, “feraset” ve “vecd” le beslenen fikirli bir “hâl”in adlarından biridir. Şair bu fikirli soğukta manevî tâlimini tamamlamış ve “hâl” ehli olup çıkmıştır.
Şaire, hususi bir mefhum hâline gelen “Sivas’ın fikirli soğuğu” adıyla hitap etmek, manevî mertebeleri olan bir alperene hitap etmek gibidir. Bu bakımdan Sivas’ın soğuğu, onun edasında ve kelâmında ıstıraplı bir tarih olarak karşımda canlanır. Eşya ve hadiseleri, aksiyonu ve düşünceyi ilâhî kudretin kıyameti gibi kontrolünde tutan yaman fikirli soğuk, şairin dilinde has bir Müslüman Türk’e dönüşür ve yüreğimi kuşatan Sivas türkülerinin yankılanışını hatırlatır.
Sivas’ı bir de şairden dinleyelim: “Sivas, Timur’dan günümüze çilenin, acının şehri olmuştur. Türküler o evlerde kıvama erer, bağlama sesle bu acılarla birleşir. Sivas ki bir acı şehridir. En kaba ve haşin tabiatlısında bile acının izlerini görebilirsiniz. Türküler Sivas’ta durmaz hiç. Bir mekteptir yürekler için. (...)Yürek acıyla yenilgiyle şehrin ruhuna nüfuz eder. Ben sılaya varmayı bir başka bahara erteledim. Yine bir Anadolu şehri olan Maraş’ın acısıyla, Sivas’ın soğuğunu birleştirip düğümledim yüreğimde.”
Şair, Sivas’ın fikirli soğuğundan ayrı kalsa da “Sivas ellerinde sazım çalınır” demek istiyor.
O, ne ülkeler fethetmiş bir gâzi, ne kahramanlık madalyaları bırakmış bir mevtâ, ne hapishanelerin nemli duvarları arasında ince hastalığa yakalanmış bir dâva mahkûmu, ne bağlıları olan bir mürşid, ne aşk için dağları delmiş bir Ferhat, ne de “eserleri kütüphane raflarını çökerten” bir ilim erbabıdır. Fakat doğrusunu Allah bilir ki, ilim ve irfan aşkından mürekkep tâlimi ile bu vasıf ve hâlleri kuşanmak için “yol” lara çıkan, “kapı”lara varan ateşli bir fikir ve gönül ehlidir.
İşte Sivas’ın fikirli soğuğunda yetişmiş “günde beş vakit şair” bu “hâl”dedir ey cemiyet! Fikir ve gönül tâlimleri onunla daha bir güzeldir. Âşığın yüreğinden fışkıran sayha gibi, “ben geldim, Sivas’ın soğuğu geldi...!” deyişine ne kadar hasretim. Şu ân neredesin Sivas’ın soğuğu?
Zarf ve mazrufunu, iç ve dış çizgileriyle hususiyetlerini tasvir ve târif ettiğim şairle yârenliğimiz mânevî ve hesapsız olup, seyr ü sülûk yoldaşlığı mânasıncadır.
EK YAZI:
MUARIZ KÂRİLERİM ÖMAY, HUNU VE CESUR’A
Evvel emirde ifade edeyim ki sizlerin muarız varlığından şikayetçi değilim. Bilâkis, o hangi fikre hizmet ettiğinizi ve nereye aidiyetiniz olduğunu bir türlü kestiremediğim taarruzlarınızdan (tenkit denemez) hayli bileyleniyor ve enerji temin ediyorum. Dahası var; fakirin yazılarını bir mizana tâbi tutmadan “vur abalıya!” eden cümlelerinizi okurken bir miktar da gülüyorum. Böylelikle dünyalık sinirlerimde de o ân azalma oluyor.
Bu fakirden ne istediğinizi, niçin her fikrine karşı çıktığınızı ve her mevzuuna muhalefet etme alışkanlığınızı anlamış değilim. Sizler hangi saftasınız? Gayeniz nedir? “Elma” mısınız, “armut” musunuz? Fakir “elma” dese, sizler “armut” diyorsunuz. Fakir mahsustan “armut” dese, sizler bu kez “elma” diyorsunuz. Oysa fakir hep “elma” diyor ve bir istikâmet üzre fikirlerini serdediyor.
Sizler, sırat-ı müstakim üzre olan her nâçiz yazımıza taş atıyorsunuz. Ceplerinde taş dolu bekleyen ve fakirin yazısı yola çıktığında taş atmakla memur, birilerinin adamları mısınız?
Yoksa sizler bu fakiri birine mi benzetiyorsunuz? Acaba geçmişte sizlerle aramızda memleket meseleleri üstüne nizâ ve görüş ayrılıkları vardı da, şu sıralar hakikatleri yazmak üzere yola çıktığımızı görünce eteklerinizdeki taşları mı atıyorsunuz?
Tarihte de böyle olmuş. Hakikatleri söyleyenler hep taşlanmış ve horlanmış. Hâliniz, Hallacı Mansur’a taş atanlara, Yunus’u anlamayıp tekfir eden mollalara yahut Türklüğü bin yıllık İslâm ve tasavvuf köklerinden koparıp, eklektik ve “kabukta” bir Türklük derekesine indiren “Türkçü” lere benziyor.
Mekteb-i İrfan’ım belli. Ehl-i dil olup sorarsınız bulursunuz. Fakirin “Bu milletten”, yani “Hakk’a tapan” Türklerden olduğu fikir ve yazılarıyla âşikardır. Sizler kimlerdensiniz? Bilelim ey aziz muarızlarım!
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.