Bu da benim İstiklal Mahkemem
TBMM’nin içtüzüğünde kıyafetle alakalı olarak yapılmak istenen değişiklik üzerinde duruyorduk. Bugün bu bağlamda benimle alakalı kısma değineceğim. BDP’nin başörtüsü açılımını gündeme getirmesi tepkilere sebep oldu. AK Parti çevreleri rahatsız. Bu işin içinde yine bir oyun olduğunu düşünenler çok. Bu, rahatsızlığın birinci sebebi. Diğeri de bu işin çözümünün BDP gibi bir başka oluşuma endeksli olma endişesi ile alakalı. Erdoğan’ın yasağı kaldırmak istediği konusunda herkes hemfikir, ancak yasak devam ediyor. Sanıldığı gibi yasak sona ermiş değil yani. Üniversite öğrencilerinin yüzde doksanından fazlası için çözülmüş olabilir.
Ama okula başortülü öğrencileri almayan yüksek eğitim kurumları hâlâ var, öğretim üyelerinin tacizleri hâlâ devam ediyor. Bunun dışında yasak eskisi gibi canlı ve dört koldan başörtülü kadının hayatını kamusal alanda dar etmeye devam ediyor. Değişen bir şey yok. Sibel’in gözyaşlarının anlattığı gibi... Hayal kurma hakkının bile gaspedildiği zamanlardayız hâlâ.
Konunun benimle ilgili bölümü ise şu zoraki açıklamayı kaçınılmaz kılıyor. Gerçekleri bir kez daha gözden geçirelim: 18 Nisan 1999 seçimlerine İstanbul 1. Bölge’den 4. sırada milletvekili adayı oldum. 7 senelik geceli gündüzlü gönüllü çalışmanın sonunda gelinen bir noktaydı bu. Bu süre zarfında önce Refah Partisi’nin, sonra da Fazilet Partisi’nin kadınlar komisyonunda genel merkezde dış ilişkiler başkanlığı görevini yürütmüştüm. (Bunun üzerinde duruyorum çünkü o günün medyası yani 28 Şubat medyası beni ABD’den son dakikada “getirilen” ve aday yapılan biri olarak lanse etti. Benimle ilgili iftiralardan sadece biriydi bu.) İlk defa partimiz 17 kadını farklı illerden aday yapmıştı. Onlardan biri idim ben de.
Adaylığım YSK tarafından onaylandı. Yani seçimlere girmeme, milletvekili olmama herhangi bir hukuki engel yoktu.
Diğer adaylar gibi kampanyamı yürüttüm. Türkiye için neler yapmak istediğimi bire bir İstanbul halkına anlatmaya çalıştım. Kimilerince genç olduğum için takdir topladım, kimilerince kadın olduğum için, kimilerince de başörtülü bir kadın olduğum için desteklendim. Partimizin kalesi kabul edilebilecek Ümraniye, Sultanbeyli gibi bölgelerden olduğu kadar, Moda, Kadıköy gibi başı örtülü bir kadına uzak olduğu düşünülebilecek kesimlerden de destek aldım. Sonunda başörtülü adaylar arasında seçilmek bana nasip oldu.
Seçim ertesinde mazbatamı aldım. Yani kanunen milletvekili oldum. (Milletvekili olmak demek milletvekilliği ile gelen özlük haklarından da istifade etmek demekti. Bunu ifade ediyorum çünkü benim durumumda bu böyle olmadı, yani milletvekilliği haklarını kullanamadım çünkü herkesin gözü önünde hukuk cinayetleri birbirini takip etti, bu noktadan sonra. Ama bu başka bir yazı konusu.) Sonra geldi çattı 2 Mayıs 1999. Yani TBMM’de yemin günü. Yani göreve başlama günü. Bu arada Ecevit hükümetinden Genel Kurul’a gelmemem üzerine uyarıldım.
Bana sundukları teklifte Genel Kurul’a gelmesin, yemin etmesin, sadece bir oda verelim, Meclis’e gelip gitsin şeklinde idi. Tabii ki bu teklifi geri çevirdim. Çalışamadıktan, beni seçenleri temsil edemedikten sonra Meclis’te ne işim olabilirdi?
2 Mayıs’ta Meclis’teki DSP’li vekiller andımı içmeme fiilen engel oldular. Dönemin Meclis Başkanı Septioğlu yemin etmemi istedi, DSP’lilerle sözlü tartışmaya girdi, ancak DSP’liler Ecevit başkanlığında protestolarını başlattılar, Başkan Septioğlu’nu da dinlemediler. Ben içeri girer girmez önce sıralara vurmaya başladılar, sonra “Dışarı! Dışarı!” sloganlarıyla alkış tuttular, Ecevit’in “Bu kadına haddini bildirin”i ile de protestolarını zirveye çektiler. Bütün bunları neden yaptılar? Ben başı örtülü bir kadın olduğum için. Tek sebep bu idi. Tek suçum bu idi. Tek kusurum bu idi.
2 Mayıs 1999’dan tam 11 gün sonra yani 13 Mayıs 1999’da minareyi çalanlar kılıfı hazırladılar. Meclis’ten attılar ya! Buna bir kılıf hazırlanacak ya! “Başı örtülü diye attık” diye itiraf edecek değiller ya! Dünya alem ne der ya! İste onun için kılıf hazırlandı. Tıpkı İstiklal Mahkemeleri’nde önce cezaya çarptırılan, hapsedilen ve asılan, akabinde de suçu “uyduruluverilen”ler gibi. DSP hükümetinin kılıfı da benim çifte vatandaşlığım oldu. Benimle aynı hukuki durumu paylaşan bütün çifte vatandaşları bir yana bırakıp, onların arasından beni “cımbızla” çekip vatandaşlıktan çıkarttılar.
Gün 13 Mayıs 1999. Üç gün sonra yani 16 Mayıs 1999’da da vatandaşlıktan atıldığımı bildiren Bakanlar Kurulu kararını Resmi Gazete’de yayınladılar. İyi mi?
Bugün AK Partili “İçtüzükte başörtülü ile ilgili bir engel yok. Başörtülü milletvekili Genel Kurul’a girebilir” demekle doğru söylüyor, ama aynı AK Partili kalkıp da o güne atfen “Başörtülü Meclis’e girmenin İçtüzüğe aykırı olduğunu kimse iddia etmemişti. Sayın Merve Kavakçı da bu nedenle milletvekilliği engellenmiş ya da Genel Kurul’a girememiş değildir. Başka bir sebepten milletvekilliği düşürülmüştür” demekle yanlış söylüyor. Bununla kime hizmet ediyor? İstiklal Mahkemeleri’ne mi?.. Bu açıklama Ecevit’in 2 Mayıs 1999’da yaptığını zimnen onaylamaktır.
Şimdi onlar da “Biz onu başörtüsünden atmadık ki, çifte vatandaş olduğu için” attık demiyorlar mı?.. (Aynen başörtülü öğrencilere karşı üretilen mazeret gibi, öğrenciler sınıftan başları örtülü olduğu için çıkartılmıyor ki, kayıtlara göre, sınıf düzenini bozdukları için çıkartılıyorlardı.) Şimdi soru şu: 2 Mayıs 1999’da Ecevit ve DSP’si neyi “Dışarı’ladı”? O gün itibariyle (henüz) bilgileri dahilinde olmayan çifte vatandaşlığımı mı, yoksa gözlerinin hemen önündeki başörtümü mü?
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.