Türkçülerin Millî Tarih Anlayışında Osmanlı Dönemi Esas Değildir
Kemalist tarih tezine göre, Türk tarihi yeniden yazılacak, tarih şuurunda Osmanlı-İslâm dönemi karanlık ve işe yaramaz gösterilecektir. Bunun için Türk Tarih Cemiyeti kurulur. M. Kemal bu cemiyetin başına Türk Ocağının teorisyenlerinden Yusuf Akçura’yı başkan yapar.
Büyük yetkilerle donanan Akçura, millî tarihimizin temeli olarak İslâmlaşmış Türklüğün zarf ve mazrufu olan Osmanlı-İslâm dönemini almaz. Sadece Türk tarihinin halkalarından bir halka olarak zikrederek, kurgulanan “yeni Türk millî tarihi”nde tâli olarak yer verir.
“TÜRK TARİHİNİN ANA HATLARI” KİTABINI, TÜRK OCAĞI’NA BAĞLI HEYET HAZIRLAMIŞTIR
Müslüman Türklerin bin yıllık tarih şuuruna ve medeniyetine antitez olarak bizzat M. Kemal tarafından Lise ve Ortaokullarda okutulmak üzere, Türklerin İslâm kimliğini reddeden, dini, eğreti bir unsur olarak gösteren, İslâm, vahiy, Kur’an-ı Kerim, halifelik gibi kavramlar hakkında inkara varan pozitivist nazariyelerle dolu “Türk Tarihinin Ana Hatları” kitabı, devrin Türk Ocağı’na bağlı olarak kurulan, Yusuf Akçura, Sadri Maksudi Arsal, Reşit Galip, Yusuf Ziya gibi bir kısım Türkçülerinde yer aldığı ve Afet İnan gibi Kemalistlerin de bulunduğu Türk Tarih Heyeti’nce hazırlanmıştır.
Bu meşum ve münkir tarih kitabına göre, Türklerin anayurdu Asya’dır. Gelip yerleştiği Anadolu’da Eti, Sümer gibi uygarlıkları kurmuşlardır. Kızılderililerin dahi Asyatik bir Türk kavmi olabileceğini, Etrüksler, Guttiler, Hunlar, Türk soylarını temsil etmektedir. Osmanlı döneminde Türkler ümmetçi yapı içerisinde “Türk millî tarih şuurlarını” kaybetmişlerdir.
Bu tarih tezinde Türklerin İslâmlaşmış Osmanlı devresi “inhitat” (çöküş-gerileme) olarak gösteriliyor. Bu tarih anlayışındaki eski medeniyetler tezi ilerleyen zamanlarda Türkçüler tarafından rafa kaldırılır. Celâdetli tarihçi Osman Turan’ın kısa bir dönem damgasını vurduğu Türk Ocakları devresinde Osmanlı-İslâm dönemine yer verilemeye başlanır. Asıl azmazmış ki, Osman Turan’dan sonra Nevzat Kösoğlu gibi birkaç Türkçü hariç, tarih anlayışında İslâmlaşmış Türklüğün ana rahmi olan Osmanlı devresini “millî tarih şuuru”nun ana kaynağı ve inşacısı olarak görmezler.
“Millî tarih şuurunun”, bin yıldır yaşanılagelen Selçuklu-Osmanlı Türklüğünde değil, İslâm öncesi Anadolu’daki pagan “uygarlıklarda” ve Ortasya’daki medeniyetleşmemiş Türklüğün tarihinde aranılması resmî olarak ders kitaplarında yer almıştır. D. Mehmet Doğan’ın tesbitleri bu mânada önemlidir:
“Tarihimizi 50 yılla sınırlayanlar-şaşırtıcı bir durum- geçmişimizi en az 5.000 yıl öncesine götürmek isteyenlerden başkası değildir. Etidir, Helen’dir, Sümer’dir, fakat herhalde Orta Asya’dır, mecmuu en az beş bin yıllık tarih. ‘Tarihten önce vardık / tarihten sonra da varız’ hikmeti bu zihniyetin güzel bir anahtarı. Yani asıl tarh döneminde yokuz! 300-500-1000 yıl bu tarh anlayışında yer almaz. Türkiye’de yanlış şuurun kaynağı bu tarh anlayışında düğümlenir. Bin yıllık tarih ne demek? Bin yıllık tarih Türk’ün İslâm’la tanışarak yeni bir hayat hamlesi ile önce kendini, sonra tarihi fethetmesi demek” (Batılılaşma İhaneti, s. 196-197).
M. KEMAL’E GÖRE, “OSMANLI TARİHİ ŞANLI BİR TARİH DEĞİL”
M. Kemal’in 1923 yılı sonunda yaptığı konuşmalardan birinde “…Osmanlı tarihi baştan nihayetine kadar hakanların, padişahların, şahısların, en nihayet zümrelerin hal ve hareketini kaydeden bir destandan başka bir şey değildir. Mazinin, asırların elimize tarih diye uzattığı kitabın mahiyeti bundan ibarettir (…) Fransız ordusunu sürükleyip eriten Napolyon’u düşününüz. Onun hareketleri Fransız milletinin hakiki ve millî menfaatlerini değil, kendi âmâli cihangirânesini tatmin içindi. Bu tatmin için Fransa’nın milyonlarca güzide evlâdını eritti. Bizim Osmanlı tarihindeki en büyük ve şanlı görülen harekâtı da aynı noktadan tetkik, aynı mahiyette mukayese etmek mümkündür” (a.g.e., s. 108)
M. Kemal ve cumhuriyetçi kadro, Sultan Fatih, Yavuz Selim ve Kanuni’nin cihangirâne devlet siyasetlerini ağır şekilde tenkit etmesi, Türkçülerin büyük çapta destek verdiği “yeni Türk tarih” tezinin temellerini oluşturur.
Türkçü hareketin Batılı ölçülerle kurulan Cumhuriyet Türkiye’sinin Kemalist tarihçilik anlayışını desteklemesi, zihniyetlerinin ortak taraflarının olduğunu gösterir. Kemalist tarih anlayışına göre, Osmanlı’da Türklük öne çıkarılmamış ve ihmal edilmiştir. Bu anlayış, Türkçü Yusuf Akçura’nın tarih teziyle tıpatıp aynıdır: “Osmanlı tarihinde Türkçe’ye ve tarihine önem verilmemiş ve Osmanlı merkez anlayışı kendini bütünüyle Türk tarih ve cemiyet yapısından ayırmıştır.”
TÜRKÇÜ TARİH TEZİNE GÖRE, OSMANLI DÖNEMİ “TÜRKLERİN KARANLIK ÇAĞI” DIR
Türk Ocakları’nın fikir önderlerinden Akçura’nın başı çektiği Türkçü tarih anlayışı, Osmanlı dönemini, Türklerin “karanlık çağı” olarak ifade etmektedir. Bu görüşe göre, Cumhuriyet Türkiye’sinin meşru tarihi, İstiklâl Harbinden, yâni 19 Mayıs 1919 tarihi ile başlar. Osmanlı-İslâm dönemi, “geçici ve gayr-ı meşru” ve “orta çağ”dır. Bu döneme ait hiçbir medenî, içtimaî ve kültürel değerler Türklere ait değildir.
Türkçü hareketin temel tarih tezinde Osmanlı tarihin yerini, Asya’daki arkaik (eski) göçebe Türklerin kültürel değerleri esas alınmaktadır. Daha sonra bu tarih tezi biraz esnetilmiş ve Asya Türklüğüyle Osmanlı döneminin tarih değerleri sözde sentez yapılırken zemin ve hedef yine İslâm medeniyet tarihi içinde yerini alan Türk tarih şuuru değildir.
Türkçü akım için, “1908, tarihçiliğimiz bakımından dönüm noktasıdır.(…) Yusuf Akçura, Ziya Gökalp ve Fuat Köprülü’lerin çalışmaları bilimsel tarihçilik” açısından önemlidir. Türk tarih anlayışında Osmanlı-İslâm halkasını atlayarak, Orta Asya’daki Atilla, Cengiz, Hunlar ve Göktürkler gibi Asya’daki kaynaklar birinci derecede esas alınır. Ayrıca Türk oldukları ileri sürülen Hititlerin, Sümerlerin, Türklüğün en eski temsilcileri olduğu iddiasını tarih tezlerine dahil ettikleri de acı bir gerçektir.
1930’da 6. Türk Ocakları Kurultayı’nda Afet İnan, Sadri Maksudi ve Reşit Gâlib’in yaptıkları konuşmalar, Türkçülerin büyük çapta Kemalist tarih anlayışında ittifak ettiklerini gösteriyor. Türkçülerin tarih anlayışları, M. Kemal’in dikte ettiği ve Afet İnan’ın hazırladığı “Türk Tarihinin Ana Hatları” kitabında yer almıştır (Yusuf Bayraktutan, Türk Fikir Tarihinde Modernleşme, Milliyetçilik ve Türk Ocakları, s. 128-129).
AKÇURA:“TÜRK TARİHİ CİHETİNDEN ŞARK MESELESİ YOK, GARB MESELESİ VAR”
Üç Tarz-ı Siyaset adlı kitabında Yusuf Akçura bu tezin mimarlarından olduğunu aşikâr ediyor. Ona göre, Türklüğün muhteva ve istikâmet olarak yeni bir tarihe tekabül etmesi gerekmektedir. Bu tarihi şöyle dönemleştirir: 1-Eski Dönem: Moğol istilalarına kadar. 2- Orta dönem: Türk halklarının Cengiz Han İmparatorluğu bayrağı altında birleşmesi 3- Yeni Dönem: Cengiz Han dönemi sonrası doğan devletler 4- Çağdaş Dönem: Türklerin çağdaş devredeki millî uyanışı. Dönemleştirmede temel safhalarda Osmanlı-İslâm dönemi yoktur. Her şeyden önce tarihin Türk gözüyle okunması gerektir. Bu anlayışını Kemalist dönemde daha da ileriye götürerek “Şark meselesi” kavramını reddeder. Meselelere kurgulanmış olan “Türk tarihi cihetinden bakarak “Şark meselesi” değil, “Garb meselesinin var olduğunu söyler ( a.g.e. , s. 129).
Tuhaflığa bakın ki, Akçura’ya göre Türk gözüyle yazılan tarihte medeniyet ve kimlik inşa edici olarak Osmanlı-İslâm dönemi, yaptığı şemada sadece bir geçiş kolu olarak yer almaktadır. “Japonya’nın Kubilay Han (yani Türkler) Tarafından İsitlâsı”nı yazan Hüseyin Cahit, “Türk ve Hint-Avrupa Menşe Birliği” ni yazan İsmail Hami Danişmend, “Sümer Türklerinin Yazıyı İcad Etmekle Medeniyete Yaptıkları Hizmetleri” ni kaleme alan A. Cevat Emre bu istikamette bir tarih görüşü ortaya atan Türkçülerden bâzılarıdır.
MOHİZ KOHEN (TEKİNALP)’İN TARİH ANLAYIŞINI SAVUNAN TÜRKÇÜLER
Ziya Gökalp’in tam takipçisi ve talebesi olan Türkçü Mohiz Kohen (Tekinalp)’in “Türk millî tarihi” hakkındaki görüşleri günümüz Türkçülerince belli nisbette ayıklanmış olsa da temel zihniyetin değişmediği ve eklektik bakışın devam ettiği görülüyor. Onun tarih düşüncesinden birkaç satır okuyunca Türkçülerin garabet dolu tarih anlayışlarını da öğrenmiş oluyoruz:
“Bazı tarihçilere göre, Türklerin kökeni Osman oymağı olarak gösteriliyordu. Türk ulusunun kültür ve medeniyet bakımından başlangıç noktası ‘İslâmiyet güneşidir.’ Türk tarihini her zaman İslâm tarihi ile karıştırmışlar, Müslümanlık düşüncesiyle bakmışlar ve Türk ulusunun ‘İslâmiyet ışığına kavuşmadan’ önceki dönemi unutkanlıkla geçiştirmeyi, İslâm’ın kutsal bir görevi olarak görmüşlerdir. O zaman Türk çocuklarına Muhammet’in soylu ve pak ümmetinden birer Müslümandan başka bir şey olmadıkları öğretiliyordu. Genç Türkler bile Türk ulusunun tarihini Osman’ın küçük oymağından geriye götürmek yürekliliğini gösterememişlerdi. ‘Cihangirâne bir devlet çıkardık bir aşiretten’ sözünü tekrarlamaktan hoşlanıyorlardı. Atatürk, Türk tarihinin Osman oymağından doğmayıp İsa’nın doğumundan belki on iki yıl önce var olduğunu, Osmanlı Türklerinin söylenceleri Türk ulusunun tarihinde ancak bir dönemi gösterir ve ulus her biri ayrı ayrı büyüklük ve görkem dönemleri olan imparatorluklar kurmuştur. Türkün Alpli veya bracycephale ırkından olduğunun öğrenilmesi zamanı gelmiştir. Türk tarihçileri Türklerin Moğol ırkından olduğunu, Ziya Gökalp’in başında bulunduğu Türkçüler Moğol deyimi yerine Turan veya Altay deyimlerini koydular. Atatürk’ün buyruğu ile araştırmaları ve yayınları inceleyen bilginler Türklerin Hint-Avrupa uluslar topluluğundan olduğunu ispatlamışlardır” (Kemalizm, Tekinalp, s.141-141-143).
İktibası uzun tutmamın sebebi, Türkçülerin kendi içlerinde de İslâm dışı birkaç tarih anlayışına sahip olduğunu ve “Türk millî tarih şuurunu” Altay’da, Tanrı Dağları’nda, Hunlarda, Hitit ve Sümerlerde arayan saçma ve gayr-i ilmî tarih tezleriyle ne menem bir çelişki içinde olduklarını göstermektir.
Türkçüler hakkındaki fikrimi teyit eden Yusuf Bayraktutan’ın tesbitlerine bir daha müracaat ederek kanaatimi belirtmek istiyorum:
“Yaşanmış tarihi ‘hayali tarih’le ikame etmenin iki önemli fonksiyonu olabilir: Birincisi, milletleşme sürecinde millî bilincin ve milletin kendine güvenin artırılması, ikincisi ise, ‘millet oluşturma’ ya da ‘kurtarma’ misyonunu üstlenenlerin egemenliğinin, reel geçmişin unutturulmasıyla güçlendirilmesi/ meşrulaştırılması. Kemalist tarih tezin her iki fonksiyonu da belli oranda icra ettiği ve Türk Ocakları’ndan küçümsenmeyecek düzeyde ilgi gördüğü kanaatindeyiz” (a.g.e., s. 131).
TÜRKÇÜLER, ORYANTALİSTLERİN MANİPÜLE ETTİĞİ TÜRK TARİH TEZİ İSTİKAMETİNDEDİRLER
Türkçülerin bugünkü takipçilerinin bu darbeli ve kusurlu tarih tezini fikirlerinin merkezinden çıkardıkları görülse de, dergilerini “Osmanlı Özel Sayısı”na ayırsalar da millî tarih şuuruna İslâmlaşmış Türklüğün tarihini, yani Osmanlı’nın kemalât devresini yekpâre olarak yerleştirdiklerini şimdilik söylemek mümkün değildir. Çünkü Türkçü kuruluşlar, Osmanlı Türklük devresinin millîliğin tartışılmaz temel bir idrak biçim olduğu fikrine sahip olmadıkları gibi, Oryantalistlerin belirlediği ve “manipüle” ettiği Türk tarih istikametinden de, cumhuriyetin tarih paradigmalarından da sıyrılmış değildir.
Öyle ki, Zonguldak’ta “Cumhuriyet’in Faziletlerinden” bahsederler. Eskişehir’de “Halkevlerinin Geçmişteki Önemi”ni anlatırlar. Denizli’de “Cumhuriyet Bayramı Etkinliği”nden dem vururlar. Konya’da Atatürkçü Derneği mensuplarıyla “Atatürk ve Din” mevzuunun ehemmiyetini konuşurlar. Isparta’da “Cumhuriyet Balosu”na katılırlar ve “Cumhuriyet ve Atatürk’ü” kutsarlar. Bir başka beldede Mevlâna’nın ve Yunus’un görüşlerini “kamusal” ve millî eğitimin esası olarak değil de, kültürel bir değer şeklinde sekülerleştirerek 1923 sonrası İslâm’ın gücünün azaltıldığı “Türkleşmenin” folklorik bir unsuruna dönüştürürler.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.