Sizi neden ciddiye alalım ki?
Önce bir hatırlatmada bulunayım: “Sarı basın kartı” sahibi olmak, gazeteci sayılmanın şartlarından değildir.
Çeyrek asırdır gazetecilik yapıyorum...
Binlerce makale yazdım. Binlerce haber ve araştırmanın altına imza attım. Bir sürü kitap telif ettim. Sarı basın kartım yok...
Müracaat etmedim.
Müracaat etmeyi zül saydım... Hem de üşendim.
Sarı Basın Komisyonu, “başörtülü adayları” sarı basın kartı hakkından yararlandırmadığı için de, “üşengeçliğimi” bir tür “protestoya” dönüştürdüm. Neredeyse emekliliğim geldi, bundan sonra da sarı basın kartına müracaat etmeyeceğim. Aha da burada ilan ediyorum.
Nasıl ki, sarı basın kartı taşımayanlara “bunlar gazeteci değil” diyemiyorsak, bir mevkuteyle, bir internet mecrasıyla, esasında “hangi faaliyete koşulduğu meşkuk” bir haber ajansıyla irtibatlı görevli ve hizmetliler için de, “bunların tümü gazetecidir” diyemeyiz.
Dolayısıyla, Başbakan hem haksız, hem haklı...
Bir kişinin gazeteci sayılıp sayılmayacağını, taşıdığı kart ya da etnik aidiyeti değil, meslek için yapıp ettikleri belirler.
Bakıyoruz ve “tutuklu gazeteciler” listesinde sıralanan isimlerin büyük çoğunluğunu “meslek içi etkinlikte” göremiyoruz. Kimdirler, hangi habere imza atmışlardır, hangi araştırmayı yapmışlardır, hangi “el değmemiş gerçeklikleri” ortaya çıkarmışlardır?
Bilmiyoruz...
Herhalde “Türkiye’de 100’ü aşkın tutuklu gazeteci var, basın özgürlüğü tehlikede” diye yaygara koparan meslek kuruluşları biliyordur.
Listeler yayınlıyorlar...
PKK propagandası koşulmuş ajans ve internet sitelerinde çalışan hizmetlileri “mağdur gazeteciler torbasına” atıyorlar.
İyi ediyorlar da, “tutuklulukla” sonuçlanan ya da “tecziye” getiren bir tek “gazetecilik faaliyeti”, bir tek yazı, bir tek kitap çalışması, bir tek röportaj gösteremiyorlar.
Üstelik, hem yalan yazıyorlar, hem de “hükümlü”yle “tutuklu”yu karıştırıyorlar.
Bu yaygaracı meslek kuruluşları, 28 Şubat sürecinin ağır yaptırımlarıyla boğuşan bizleri “gazeteci” saymazlardı.
Davalarla boğuşan, andıçlanan, gazetelerinden atılan, hapse tıkılan, kurşunlanan hiçbir gazetecinin derdiyle dertlenmezlerdi.
Ellerinde bir avuç tuz, “darbe” ve “muhtıra” peşinden koşarlardı.
Konseyinden cemiyetine, sendikasından locasına, hepsi aynı ahlakı temellük etmişti.
İki düşmanları var bunların:
Biri, Recep Tayyip Erdoğan...
Diğeri, Sultan İkinci Abdülhamit...
Kaç yıldır Sultan Abdülhamit sansürünü anlata anlata bitiremediler... İstiklal Mahkemeleri geldi geçti; sansürün kralı sayılan “Takrir-i Sükun” uygulamaları geldi geçti; darbe mahkemeleri kuruldu; başbakanlar asıldı; Sıkıyönetim Mahkemeleri salkım salkım adam sallandırdı, binlerce gazeteci tutukladı; andıçlar, lahikalar, Emaysa Prokokolleri yayınlandı; hiçbiri “Bir dakika, ne oluyoruz? Basın özgürlüğü tehlikede!” demedi.
Sultan Abdülhamit’le açtıkları ağızlarını, yine Sultan Abdülhamit’le kapattılar.
Bu sene de aynı şeyi yapacaklar, 24 Temmuz’da “sansürün kaldırılışının bilmem kaçıncı yıldönümü kutlamaları” çerçevesinde, ölmüş Padişah pataklayacaklar.
Dolayısıyla, yayınladıkları listeleri ciddiye almıyoruz.
Haa, Mustafa Balbay, Tuncay Özkan, Nedim Şener ve Ahmet Şık konusunda anlaşabiliriz. Dibine kadar gazetecidirler... O zaman da bize, bu isimlerin hangi “gazetecilik faaliyetinden” dolayı tutuklu bulunduklarını açıklamalıdırlar...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.