Kitap Yârânı Ne Diyor?
Okurken kendi varoluşumuzun peşindeyizdir. Bu var olma, ruhumuzun kıvrımları arasında saklı olan, gün yüzüne çıkmayı bekleyen kendi hayat hikâyemizdir aslında. Okurken dile getiremesek de, kelimelere giydirip ifade edemezsek de, hattâ farkına varmasak da okumaya başladığımızda üstü örtülü bu var olma isteğimizin ve gerçekliğimizin peşine düşmüş oluyoruz.
Bir odada kendini kitapların sayfalarında kaybedenler, kendilerini kaybettikleri nisbette asıl meşreplerini eda ediyor, var olma şuurlarını kazanıyor ve şahsiyetlerini buluyorlar. Kitapların sayfalarında sabırla seyahat edenler gerçek kimlik ve şahsiyetlerine rastlıyorlar. Kitapların sayfalarına göz emeklerini dökenler, dış gözleri nisbetinde iç mâna gözüne de sahip oluyor ve en önemlisi de hayatın hayhuyu arasından sıyrılıp fikirli ve edebî bir hayatın var olabileceğini öğreniyorlar.
Okuyan bilir ki, bütün kitap ve metinler bir haberleşme vasıtası olarak başka dünyalara açılan bir penceredir. Okuma, ibadetlerden sonra hayatın en bedii, en esrarlı, en fikirli bir faaliyetidir. Ahmet Turan Alkan, “Kitap aşk gibi bir şeydir o” diye boşuna dememiş.
“ÇOK KİTAP OKUMA, BİR KİTABI ÇOK OKU!”
Kitap ve okumanın ustalarından olan Dücane Cündioğlu’nun, kitaplarla geçen ömrümün boşa geçmediğini sık sık hatırlamak için şu çarpıcı sözlerini not etmiştim:
“Çok kitap okuma, bir kitabı çok oku! Çok okumak denilince, bugün artık insanımızın aklına ‘çok kitap okumak’ geliyor. Nitekim ben de yıllarca ‘çok okumak’ ile ‘çok kitap okumak’ arasındaki farkı fark etmeden okuyup durdum; çünkü herkes gibi ben de çok bilmek için çok kitap okumak gerektiğine inanıyordum. Oysa geleneksel eğitim sisteminde çok okumak marifet değildi; bilakis marifet, bir kitabı çok okumaktı; yani çok kitap okumak değil, bir metni adam gibi okumaktı aslolan! (...) Kitapların sayısı çoğalınca, bilgi tâlipleri işbu çoğalan kitapları okudukları takdirde, hattâ ne kadar çok kitap okuyabilirlerse o kadar bileceklerini sandılar. Fakat gerçekte maksat hasıl olmadı. Çünkü bilgi tâliplerinin ilmi artmadı, malûmatı çoğaldı. Çok kitap okudular ve fakat kitapları ya bir kez ya da en fazla iki kez okudular. Çok metni bir kez okumak yerine bir metni çok oku ya da mümkünse bir ustayla birlikte bir kez ve fakat adam gibi oku!”
NECİP FAZIL: “İNSAN MI KİTAPTAN DOĞDU, KİTAP MI İNSANDAN?”
Kitap mevzuunda Necip Fazıl üstadımızı can kulağıyla dinlemek gerek:
“Yeni bir görüş ve duyuş mimarisinin toprak üstünde sarayını kuracak tek vasıta, kitap… İnsanlık, kitabın mukaddes vasıta olmak haysiyetini dinlerde öğrendi. Bugüne kadar da hiç unutmadı. Kitap mefhumunun bir ucunda Allah, öbür ucunda da sonsuzluk var. İnsanoğlunun ebedlerce fethede ede bitiremeyeceği sonsuzluk… Bu yüzden yarına gebe kahramanlar, kitaplık cehde, kitaplık çapa, kitaplık yapıya, hakiki oluşun temel şartı olarak bakarlar. Onlarca kitap, yarını nişanlayacak ses güllesinin biricik manacığı…”
Üstadı dinlemeye devam ediyoruz:
“Kitabın ana şartı olan keyfiyet yükünden vazgeçtik; kemiyet ağırlığını yüklenebilsek, yarı yolu aşmış oluruz. Ciğerlerimizde, kitap kadrosunu üfleyecek havaya yer yok. Bütün fikir pazarımız, kolayca şişen ve kendi kendine öten düdüklü balon yaygaralarıyla dolu… Filanı mütefekkir, falanı şair, fişmanı da münekkit tanırız. Mütefekkirin faraza 10 cilt eseri vardır. Hepsi de bir zamanların Paris’in de oturan efendi filozoftan tercüme… Geriye birkaç makalesiyle birkaç sohbeti kalır. (…) Buna rağmen mütefekkir, kendini yeni bir dünya görüşüne; şair, yeni bir ses cevherine; münekkit de bir tenkit ölçüsüne sahip kabul eder. (…) Arıdan bal, inekten süt, koyundan yün istiyoruz da; mütefekkir, şair, münekkit makamlarına kurulmuş sahtekârlardan kitap istemiyoruz. Tavuk mu yumurtadan çıktı, yumurta mı tavuktan? Aynı sualin daha çetini var. İnsan mı kitaptan doğdu; kitap mı insandan? Kitap yazın, kitap!”
Cumhuriyetin müstağrib aydınlarından çok dil bilen, çok kitap okuyan Hilmi Ziya Ülken’in dostları onun için, “okuma esnasında uyumamak için ayaklarını su dolu bir kovaya sokar, sabaha kadar okurdu” diyorlar.
Rasim Özdenören’in başından geçen kitap vak’ası ilginçtir. Kendisini dinleyelim: “Yıllar önce bir arkadaşım eve ziyaretimize gelmişti. 70’li yılların sonları... A. Ü. İlahiyat Fakültesi yayınlarını emek çekerek kitaplığımda toplamıştım. Eve yeni taşındığımızdan kitaplar henüz ortalardaydı. Arkadaşım o kitaplardan birini gördü, alabilir miyim diye sordu; al, dedik. Derken ikincisini, üçüncüsünü... istedi. İstenen şeye hayır demek âdetimiz olmadığı için sorduğu her kitabı almasına izin verdik. Neticede bizim bin bir emekle topladığımız kitapların tümünü beğenip aldı. Götürmesine yardımcı olmak için kitapları büyükçe bir torbanın içine koyduk. Arkadaşım o kitapları yüklendi, götürdü. Kapıda vedalaşırken de şunu söyledi: ‘Bu kitapları alıyorum ki, iade zamanında bir daha görüşmemize vesile olun.’ Gerekçe harikaydı! Fakat o arkadaşı o gündür bu gündür bir daha görmedim.”
Özdenören, kitap alıp getirmeyenlere bir de çağrıda bulunuyor: “Ey kitap sevdiğini iddia eden zevat! Kitabı gerçekten seviyorsanız, kitabı gerçekten okumak istiyorsanız, onu satın alınız! Ben biliyorum ki, çaldığınız kitapları asla okumayacaksınız.”
“KİTAP BİZİ AVUTTUĞU GİBİ YÜKSELTİR DE”
Suut Kemal Yetkin’in tavsiyesi bir başka anlam katıyor kitap ve okumaya tiryakisi olanlara:
“Dünyada hiçbir dost insana kitaptan daha yakın değildir. Sıkıntımızı unutmak, donuk hayatımıza biraz renk, biraz ışık vermek, daracık dünyamızda bulamadığımız şeyleri yaşamak için, tek çaremiz kitaplara sarılmaktır. Bırakınız ıssız adaya gitmeyi, herhangi bir yolculuğa çıkarken bile hangi okuryazar, yanına bir iki roman, bir iki şiir kitabı almayı düşünmez! (...) Düşünüyorum da, şu dünyadan kitaplar yok oluverse yaşamak ne kadar güçleşir. (....) En kötümser zamanlarımızda yardıma onlar koşar. Ataç, ölüm yatağındayken, hastalıkta ağrıları dindirici en iyi ilaç şiirmiş. Boyuna şiir okuyorum’ dememiş miydi? Kitap bizi avuttuğu gibi yükseltir de.”
Kitabı, hayatının en anlamlı bir vesilesi sayan Enis Batur’un sözlerini de not etmek lâzım: “Okuma uğraşı, öteki uğraşılardan, sözgelimi bahçecilik uğraşından farklı değil. Bahçe sevgisi, tutkusu ille de bahçıvan olmayı, ‘iş’i bir meslek dalı olarak benimsemeyi gerektirmez. (...) Bahçeciliğe sevdalanmış, bitki ve çiçek tutkunu kişi, ‘iş’i olağan akışın ötesine sürüklemekten, taşırmaktan geri durmaz:. Toprakla, tohumla, iklim koşullarıyla boy ölçüşür, engeller karşısında yılmaz, sonuç alana kadar her yolu dener. Okuma uğraşına kaptırmış olan da öyle: Kitabın, kitapların peşine düşer; metnin labirentine dalar ve hem ilerler, hem ikide bir geri döner; bir kitap ötekine gönderir, okur oraya gider... Kütüphane, hayatını okumaya, yazmaya ayırmış biri için rahim gibi bir şey.”
“KİTAP BİZE AÇILIR, BÜYÜR, BİZİMLE YER İÇER, KONUŞUR”
Mehmet Narlı’nın görüşleri ne kadar hayatın içinden öyle. Hepimizin az çok yaşadıklarını dile getirmiş:
“…Kitap bize açılır, büyür, bizimle yer içer, konuşur. Ne güzel yazgıdır: Her şey kendini doğurur; insan, insanı; hayvan hayvanı; ağaç, ağacı ve yazı, yazıyı. Tersi, unutuşun, uyuşukluğun, narsizmin homurtusudur. Okuyan yazar, yazan okur. ‘Yazar” olmak bir statüdür; ama okuyup yazmak ve kitaplara tutkunluk, yazgıya uymaktır.(...) Okumak, dili örüp gelmektir; anlamları, işaretleri, sembolleri örüp gelmektir. Aynı zamanda her eski, yeniyle biçimlenir; her bilinen, öğrenilenle çoğalır; her doğan, ölümü yeniden tazeler. Okuduğumuz hiçbir şey, bütünüyle yeni değil; önceki hiçbir şey, bütünüyle bizden ayrılmış değildir. Bu iç içelik, güven verir bize; doğru yolda olduğumuzu hissettirir. ”
“Kitap aynadır” diyen Nermi Uygur’un kitap-insan dostluğu üstüne anlattıklarını yaşamayan ve hissetmeyen bir kitap tiryakisi olabilir mi acaba? Kitap, doğuşundan bu yana aşağıdaki satırlarda ifade edildiği gibidir:
“KİTABIN ALINMA, KIRILMA, GÜCENME HUYLARI YOKTUR”
“Dilediğin yerde seni bekler bulursun kitabı. Yıllarca görmemezlikten gelsen; göz göze gelince kafanı başka yöne çevirsen; onu unuttuğunu unutacak kadar unutsan da, ne zaman kendisine gereksinme duysan, bağrını açar sana. Alınma, kırılma, gücenme türünden huyları yoktur. Arkadaşlık verilecekse, kendisini her şeyiyle veren ondan başka bir varlık bulamazsın. Elini uzatsan yanında; trende de olsan, gemide de olsan, göğsünde sıcacık; yolda, koltuğunda; odanda nereye dönsen, ‘işte buradayım!’ diyor sana. Kitap çağrıdır. Her kitap konuk çağırma, buyur etme, karşılayıp ağırlama eylemidir.”
Ecnebi bir yazarın şu sözleri yalan mıdır?: “Senin bir gecede okuduğun kitabı, ben yazabilmek için saçlarımı ağarttım, haberin var mı?” diyerek, kitapları incitmememizi, her kitapta mutlaka bir mâna, bir hikmet olabileceğini hatırlatıyor kitapseverlere.
Kitap kurtlarından Mustafa İslâmoğlu bir mülakattaki sözü hâlâ aklımdadır: “Yazmayabilirim. Bu gayet mümkün. Fakat okumamak benim için bitkisel hayat yaşamakla eş değer. Yazma sürecimin aksatılmasına ,okuma sürecimin aksatılmasına gösterdiğim tepkimin onda birini göstermem. Benim için okuma sürecimin aksamaması çok daha önemli.”
M. Önal Mengüşoğlu’nun görüşlerini de not etmek gerek. “Neden okumalıdır? Seçkinleşmek için, benzememek için. Değişmek için. Olgunlaşmak için. Tektipleşmemek için. Zira her okuma, en azından onlarca suret, karakter ve tip ile yüzleşmek/ tanışmak demektir. Her tanışma bir tekrarın, bir benzemenin törpülenmesine, değişip olgunlaşmasına yarar” diyor.
“BİR KİTAP TİRYAKİSİ KİTAPLAR ARASINDAN KENDİNE BENZEYENİ SEÇİP ALIR”
Notlarım arasındaki şu anlamlı sözler Mustafa Aydoğan’a ait: “Hangi kitabı okursak okuyalım, yazarı kim olursa olsun, bütün okuduğumuz içimizdeki kitaptır. Aynı kitabı farklı zamanlarda okuduğumuzda farklı tutumlar aldığımız bile olur. Son okumamız ile ilk okumamız arasında hem derinlik hem de tat açısından yeni kanaatlere varabiliriz. Bundan şu sonuca varabiliriz: Kitabın gerçek yazarı, aslında okurdur. Okur, kitabı yeniden yazar, yeni yorumlara tabi tutar. Her kitap okurunun hakikatinden sırlar barındırır. Okurun beğendiği, sevdiği, aradığı şey bu sırdır.”
Prensipli bir kitapsever olan Mustafa Aydoğan’ın tavsiyelerini her kitap okuyucusu dinlemeli, derim:
“Bir kitap tiryakisi kitaplar arasından kendine benzeyeni seçip alır” diyor. “Kitapçıda sıra sıra dizilmiş kitaplar arasından hangi kitabın bana ait olduğunu bulabiliyorsam, bunun nedeni, o kitapla aramda özel bir ünsiyetin var olmasıdır. (...) Raflardaki kitaba uzanırken aslında herkes kendi içindeki kitaba uzanmaktadır. İlgi, bir yanıyla kaderdir. İlgileniyorsam, kaderim doğrultusunda uğraşıyorumdur. Aynı kitap farklı insanlara aynı şeyi söylemeyebilir. Aynı kitaptan her insan başka hazlar alır, başka keşfe çıkar.” Hâsılı, meşrebimiz kitap yârânlarındandır şükür.
İLÂVE YAZI:
GÖNLÜME DÜŞENLER
Mehmet Kabak; “Bakkal Mehmet” nâmıyla bilinir. Bir Hocam kolundan bağlı olarak Fikir Dükkânı’nın, yani Mekteb-i İrfan’ın ilk müdavimlerden. Dindar ve efendi bir dost. Bir zamanlar Hakk’la beraber Halk içinde bakkallık yapan bir dervişti. Bu çağda alım satımın içinde, İbrahim Edhem zamanından kalma kanaat ehli bir sofi. Bir Hocam’ın bağlılarındandır. Yine Bir Hocam’ın bağlılarından Yunus Barman’ın mahallelisidir. Hiçbir tarikin usul ve kaidesine tâbi olmaksızın, ahlâk ve meşrebiyle fıtraten derviş olan bu dost, bir vakit işlettiği bakkal dükkânına Bir Hocası sıkça ziyaretine gelir ve her gelişinde maç anlatır. Yaşadığı şehrin Spor Takımı’nın haftalık maçını takip etmekten başka dünyalık başkaca bir zevki olmayan bu güzel dost, işi gereğince bu maçlara gidemez. Bir Hocası latife kabilinden bu bağlısına şöyle der: “Bak dost, maçı sana anlatırım. Fakat anlattığım müddet içinde şu torbadaki çekirdekten yerim” diyor. Bu minval üzere her maçı anlatışında ki maç doksan dakika fakat Bir Hocası daha da uzatarak anlatırdı. Tabiî bu arada çekirdek torbası dibini bulmaya başlar. O, bu durumdan tasavvufâne bir zevk alır ve mesele etmek aklına bile gelmez. Bu dostluk böyle devam etsin ister daima. Dostluğun pîrleri ondan râzı olsun
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.