Nâzım Hikmet şöyle miydi, böyle miydi?
Durduk yerde nereden çıktıysa, başımıza bir de Nâzım Hikmet tartışması çıktı...
Oysa gündemde ne önemli sorunlar, ne müthiş gerçekler vardı, değil mi efendim? Gazeteci olduğunu söyleyen bir vatandaş, kadın kılığında şarkı söyleyen başka bir vatandaşa soruyor: "Zeki Müren eşcinsel miydi?"
Beriki de cevap veriyor: "Vallahi bilmem ki, böyle şeyler özel hayata girer..."
Gündeminizi yerim ben sizin.
Devlet Tiyatrosu bir Nâzım Hikmet oyunu sergileyecekmiş (Nâzım'ın kendi yazdığı bir oyun değil, şiirlerinden yapılmış bir uyarlama), onu kaldırmışlar, yerine Necip Fazıl koymuşlar, bizim "solcu tiyatrocu" arkadaşlar gürültü ediyorlar...
"Elimizden Nâzım'ın şiirlerini evirip çevirip 'çakma oyun' üretmekten başka bir şey gelmiyor" diyemiyorlar tabii.
Açık konuşalım: Necip Fazıl, Nâzım Hikmet'ten daha iyi bir oyun yazarıdır.
Oyunları çok iyidir demedim, "tiyatro" olarak Nâzım'dan daha iyidir.
Çünkü Nâzım'ın tiyatrosu, tıpkı roman denemesi gibi, berbattır. Roman da tiyatro da, Nâzım'ın işi değildir, olamamıştır.
Bu, onun büyük bir şair olduğu, dilimizin en büyük birkaç şairinden biri olduğu gerçeğini asla değiştirmez, sanatına halel de getirmez!
Fakat Necip Fazıl'ın da önemli bir şair, iyi bir şair olduğu gerçeğini hatırlamamıza da vesile olur belki...
(İşin matrağı, ille de birbirinin zıddı, birbirine düşman, en azından "muarız" gibi gösterilmek istenen bu iki şairimizin, hayatlarında çok sıkı iki arkadaş olmalarıdır!)
Eskiden, Nâzım Hikmet'e laf edilemiyordu (Necip Fazıl'a küfür etmek serbestti.)
Müslümanlar'ı "mahalle baskısı" uygulamakla suçlayan komünistler, bu konuda mahalle baskısının feriştahını, daniskasını uyguluyorlardı...
Merhum Zekeriya Sertel, anılarında "Nâzım'ın banyo yapmaktan pek de hoşlanmadığını" yazmıştı da, kıyamet kopmuştu...
Aynı Sertel'in "Nâzım'ın hafızasının çok zayıf olduğunu" söylemesi de hiç hoş karşılanmamıştı.
Her psikologun ve her psikoloji öğrencisinin bildiği "hafıza ile IQ arasındaki doğrudan ilişkiyi" hatırlatmaya yürek isterdi...
Merhum Kerim Korcan, o ünlü 1938 tutuklamalarında Nâzım'ın siyasi polise telefon açıp "şimdi de peşime subay kılığında mı adam taktınız" diye sorması üzerine polisin uyandığını, "yahu bizim böyle bir ajanımız yok, Nazım'la görüşen subay da nereden çıktı" deyip izlemeyi Harbiye'ye kadar uzattığını yazmıştı da, bir kıyamet daha kopmuştu...
Şimdi bakıyorum da, Nâzım'a "kadın düşmanı" diyenler bile çıkmış piyasaya.
Kadınlarını birdenbire yüzüstü bırakmasıyla ünlüdür. Münevver için Piraye'yi, Galina için Münevver'i, Vera için Galina'yı bir çırpıda silip atmıştır. Tıpkı Hemingway'in, Pauline için Hadley'i, Martha için Pauline'i, Mary için Martha'yı bir çırpıda bırakması gibi...
Ama bu konunun Nâzım'ın ya da Hemingway'in "sanat gücüyle" olumlu ya da olumsuz hiçbir ilgisi yoktur.
Komünistler kafalarına bir şeyi iyi yerleştirsinler:
Hiçbir canlı ve ölümlü "tabu" değildir, hatta Atatürk de, hatta Nâzım da.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.