1923 Sonrası M. Kemal, 1920deki M. Kemali İlga Etmiştir
Ey azizan! Atatürkçülük gibi fosilleşmiş malayanî bir mevzu, şüphesiz ki bizim için basit bir mevzudur. Sikletimizde kapışacağımız bir düşünce değil. Her vuruşta “Kartondan kuleler gibi yıkılıyor.” Bu şenî ideolojinin karşısında savunmacı bir ruh ve fikre de sahip değiliz.
Ne var ki, nâdanlar, kalın kafalılar yine hâlime koymadılar. Yazıp söylediklerini görmezden geleyim dedim, olmadı. Kendini “Müslüman ve milliyetçi” sayan andavallı biri kalkıp “Dindar nesil yetiştirmek, Atatürk’ün hedefiydi. Ülke insanının, dinini en iyi şekilde öğrenmesi ve dindar kimliğe sahip olması noktasında samimi idi… ” derse, ne yaparsınız?
Başınızı alıp televizyonun, gazetelerin, kitapların olmadığı bir diyâra mı kaçarsınız? Bunun mümkün olmayacağına göre, bu yazıyı yazmak şart oldu. Demek ki Atatürkçülükle mücadelenin bir müddet daha süreceği anlaşılıyor.
M. KEMAL, SAVAŞTAN SONRA İSLÂM’IN BİRLEŞTİRİCİLİĞİNE VE KANAAT ÖNDERLERİNE ARTIK GEREK DUYMUYOR
1923’ten sonraki M. Kemal, millî mücadeledeki “din-i mübin-i İslâm üzere” bir siyasetle ilk meclisi ve hükümeti kuran, İstiklâl Harbi’ni yöneten M. Kemal’i düşünceleriyle, devlet ve millet anlayışıyla birlikte toptan ilga etmiş, yani feshetmiştir.
1919 ve 1920’deki tavır ve düşüncelerinden 1923’den sonra vazgeçen M. Kemal’deki bu değişme, 9 Eylül 1922’de İzmir’in Yunan işgâlinden kurtuluşunun ertesi günü üslûp ve siyasî tavrında kendini göstermeye başlar. Prof. Dr. Mete Tunçay’ın yazdıklarına göre, İzmir’in kurtuluşundan sonra İslâm’ın ortak paydasına ihtiyaç kalmamıştı. Mahiyeti, “Ona Hacı Bayram’a gidelim ve şükür duası edelim” dediklerinde, M. Kemal: “Benim böyle bir borcum yok” diyor. Çünkü İslâm’ın tutkalına ihtiyaç kalmamıştı.
M.KEMAL, “İSLÂM’IN GELİŞMEYE MÂNİ OLDUĞUNA İNANIYORDU”
Öyle ki, İstiklâl Savaşının sonuna gelinmişti. Müttefikler çekilmiş, savaşın galibi belli olmuştu. İslâm’ın kanaat önderlerine ve birleştiriciliğine artık gerek duyulmayacaktı. Batılı modernizasyona adım adım gidilebilirdi. M. Kemal, büyük oranda pozitivist olan askerî ve sivil bürokrat aydınlar gibi “İslâm’ın gelişmeye mâni olduğuna...” inanıyordu.
Bu iki döneme ait M. Kemal esasta aynı kişidir. 1923’den sonra keskin bir değişmeyle, Millî Mücadele’deki İslâmcı M. Kemal tipinin gerçek olmadığını, bir taktik olduğunu göstermiştir. Bu keskin değişiklik M. Kemal’in kendi tercih ettiği bir değişikliktir.
M. KEMAL: “AZİZİM, ALLAH’IN ELİ HER ELDEN ÜSTÜNDÜR...”
M. Kemal şu sözleriyle nasıl bir mesaj vermek isteyebilir? “Azizim, Allah’ın eli her elden üstündür; fakat, bununla beraber, güçlükleri ve meseleleri çözmeğe girişenlerin kesinleşmiş bir hedefi olmak gerektir.(...) Millet, Allah’ın emrini yerine getirecektir ve buyurduğunuz gibi milletçe elde edeceklerimiz hayırlı ve uğurlu olacaktır. İyilik dileyen dualarınızın eksik edilmemesini rica ederim. Çalışmak bizden, yardım ve kolaylık ölümsüz Allah’tandır” (Nutuk, cilt:II, s. 226).
Onun, bu sözleri söylediğinde ilk meclisin yüzde yetmişi dindar, ulema kökenli milletvekillerinden oluşuyordu. Baştan beri dini söylemlerle Ankara’da bir hükümet kurulabileceğini görüyordu ve başka bir alternatifin hemen hiç olmadığını da biliyordu. 1920 yılının aralık ayında Ankara’ya geldiğinde şehrin ileri gelenlerine ki, çoğunluğu din adamı ve ulemadan kişiye hitaben, “İtilâf Devletlerinin, İslâmları pazar gününü yevm-i tatil (tatil günü) ve mübarek suretinde tanımağa icbar eden ve İslâmların yevm-i mahsusu (özel dini günü) Cuma gününü resmen tanımayan milletler” olmalarından dolayı yakınmıştır ( Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, cilt:II, s.9).
M. KEMAL, İLK MECLİS’TE DİNDAR GRUPLARIN GÖNLÜNÜ OKŞUYOR
Dahası var, halifelik teklif edildiğinde halifeliğin öneminden bahseden M. Kemal, meclisteki dindar grupların gönlünü okşayıcı sözler kullanıyordu: “Efendiler, (...) İslâm ümmetlerini ve İslâm dünyasının vicdan temizliğinden, ahlâk ve karakter saflığından (...) faydalanmak yolunda devam etmek, artık kolay olmayacaktır” (Nutuk, cilt:II, s. 484).
Bu sözlerin sahibi M. Kemal, özellikle 1925’ten sonra asıl çizgisini radikal bir şekilde ortaya koymaya çalışacaktır ki, esas M. Kemal bu tarihten sonraki fikrini uygulamaya koyan kişidir. 1920’lerdeki siyasetini esas almak ve İslâm’a saygılı siyasetini referans olarak kullanmak, inandırıcılığı olmayan bir yoldur. Millî Mücadele’deki İslâmcı kişiliği bir taktik gereğiydi ki, değişmelerinden böyle olduğu anlaşılıyor. Onu esas gayesi olan “laikçi ulus cumhuriyeti” fikrinden ayrı tutmak, gerçekçi değildir.
1925’DEN SONRAKİ POZİTİVİST LAİKÇİ M. KEMAL’İ GÖRMEZDEN GELEN MİLLİYETÇİLER
Şöyle bir mantık olabilir mi? M. Kemal’in İslâmcı olduğu dönemi referans alıp, 1925’den sonraki pozitivist-seküler M. Kemal’i görmezlikten gelmek. Türkiye’de solcuların da, liberallerin de, İslâm’ı referans alan ve almayan milliyetçi grupların yaptıkları bakış hatası burada yatmaktadır. Onun “işimize gelen tarafından” fikrî ve siyasî anlamda istifade etmek, millet ve medeniyet gerçekliğimize faydası olmadığı gibi, zarar vermektedir.
Güya, dine saygılı milliyetçi gruplar M. Kemal’in İslâmî dili kullandığı Millî Mücadele dönemindeki sözlerini referans alarak, güya böyle bir M. Kemal vardı, fakat yürürlükten kaldırıldı gibi bir tavrın içine düştüklerini bilmiyorlar yahut bilmezlikten geliyorlar. Onun 1919 yılı sonunda Anadolu’da iken, İstanbul hükümeti nezdinde güçlü bir paşa olan eski arkadaşı Abdülkerim Paşa’ya çektiği telgraftaki sözleri, milletin çatışmalı olduğu sistemin karşıtı gibi gösterilse ne cevap vereceklerdir?:
M. KEMAL DİNDAR GÖRÜNMEYE ÇALIŞIYOR: “YAKIN OLAN ALLAH’IN EMRİYLE ZULME UĞRAMIŞ MİLLETİMİZİN KURTULUŞA ERMESİ...”
“Pek güzel ve yakın olan Allah’ın emrinin tecellisiyle bahtsız ve zulme uğramış asil milletimizin kurtuluşa ve selamete ermesini, yüce Allah’ın rahmet deryasından ümitle diler ve ufukları daima inatçı bir dumanla sarılı olan İstanbul’daki bazı kişilerin hakikati görmemekte direnen duygularının ortadan kalkmasını bekleriz.”
Aynı M. Kemal, Erzurum’da, Sivas’da, Ankara’da Kuva-yı Milliyye’yi teşkilatlandırırken pozitivist-deist görüşlerine dair bir emare göstermeden İslâmî bir üslûp kullanır. Fakat onun bu dönemdeki üslûp ve görüşlerini esas alan dine saygılı milliyetçi gruplar yanılmaktadır. Çünkü M. Kemal’in İslâmî söyleminin, 1923’den sonra öncülük ettiği “yeni ulus devleti”nde hiçbir izi ve emaresi yoktur.
1920’deki fikir ve siyasetiyle buna benzer sayısız konuşma ve beyanlarıyla bir M. Kemal tipi vardır. Fakat bu tip, 1923’ten sonra pozitivist fikirleriyle hayat bulan ve iktidar olan M. Kemal tarafından yok sayılmıştır
M. KEMAL, DİNİ GEREKSİZ BULUYOR: “DİNİ VE AHLÂKI OLANLAR AÇ KALMAYA MAHKÛMDURLAR”
Devlet katında bir kısım zümrelerin İslâm’a mesafeli duruşlarının ilk müsebbibi ve temsilcisinin M. Kemal’in olduğunu yazan mevtâ gazeteci Uğur Mumcu’dur. Onun 19 Haziran 1990 tarihli Cumhuriyet Gazetesindeki “Kazım Karabekir Anlatıyor” başlıklı yazı dizisi çatışmalı devlet yapımızın nerelerde başladığını gösteriyor. Karabekir, M. Kemal tarafından ilim heyetinin de bulunduğu bir toplantıya davet edilir. Konu Kur’an-ı Kerim’in Türkçe tercümesidir. Karabekir, M. Kemal’e bu işi devletin yapmaması gerektiğini, sakıncalarını ve işin ehil din adamlarına bırakılmasını söyler. M. Kemal bu tavsiyelere kızarak:
“ARAP OĞLUNUN YAVELERİNİ TÜRK OĞULLARINA ÖĞRETMEK İÇİN KUR’AN’I TÜRKÇE’YE ÇEVİRTİRECEĞİM”
“Evet Karabekir, Arap oğlunun yavelerini Türk oğullarına öğretmek için Kur’an’ı Türkçe’ye çevirttireceğim. Ve böylece de okutacağım. Ta ki budalalık edip de aldanmakta devam etmesinler...”
Bu çatışmalı sözün dahası var. Karabekir, Ankara İstasyonunda M. Kemal Paşa ile yalnız başına hasbıhal ettiklerini anlatıyor:
“M. Kemal Paşa, ‘Dini ve ahlâkı olanlar aç kalmaya mahkûmdurlar’ dediler. Kendisini hilafet ve saltanat makamına lâyık gören ve teşebbüste bulunan, din ve namus lehinde sözler söyleyen ve hattâ hutbe okuyan, benim kapalı yerlerde baş açıklığımla lâtife eden, fes ve kalpak yerine kumaş başlık teklifimi hoş görmeyen M. Kemal Paşa benim hayretle baktığımı görünce şu izahatı verdi ‘Dini ve namusu olanlar kazanamazlar, fakir kalmaya mahkûmdurlar. Böyle kimselerle memleketi zenginleştirmek mümkün değildir. Onun için önce din ve namus telakkisini kaldırmalıyız. Partiyi, bunu kabul edenlerle kuvvetlendirmeli ve bunları çabuk zengin etmeliyiz. Bu suretle kalkınma kolay ve çabuk olur. (...) Dinî ve ahlâkî inkılap yapmadan önce bir şey yapmak doğru değildir. Ben, ‘dinsiz ve ahlâksız bir millete bu dünyada hayat hakkı olmadığını tarih gösteriyor Paşam, bu akide bizi Bolşevizme götürür, İngilizler ateşkesin ilk zamanlarında bizi Bolşevikliğe teşvik ediyorlardı. Demek bizi başka yoldan yine oraya sürmek istiyorlar? Bunun mânası açıktır. Türkiye’yi Ruslarla paylaşmak’ dedim” (Uğur Mumcu’nun a.g.y.).
Çok sayıda “Atatürk” kurguları yapılsa da, M. Kemal’in asıl düşünceleri ve tavrıyla tek bir kişiliği vardır. Özde değişmeyen bu kişiliğiyle aydınlanmacı-pozitivist dünya görüşüne sahiptir. Dinden siyasete, toplumdan devlet ve hukuka kadar her şeye bu nazariyeden bakmıştır.
Genç bir subayken de, Memleketi “din-i mübin-i İslâm üzere düvel-i muazzama’dan kurtaracağız” diyerek Millî Mücadele’nin komutanı iken de, cumhurbaşkanı olarak ölene kadar Türkiye’yi yönetirken de Batıcı-pozitivist görüşleriyle aynı M. Kemal idi.
-------------------------------------------------
İLÂVE YAZI:
GÖNLÜME DÜŞENLER
Cüneyt Cesur; maişet mesleği ziraat doktorudur. Asıl mesleği, yüreğini ve fikrini, cehdini ve heyecanını Müslüman Türklüğün dâvasına adamış ve hayat tarzı hâline getirmiş bir gönül insanıdır. Fakîrin, âl-i Osman Türklüğüne yakın olsa da, bir miktar “Turan Türklerine” de sempatisi vardır. Ortak noktamız ise, Atatürkçü cumhuriyetin uydurma Türklük anlayışına karşı mücadele etmemizdir.
Fikir Dükkânı’nın, yani Mekteb-i İrfan’ın ilk müdavimlerinden olup, kurucu kadrosundandır. “Fikir ve gönül tâlimi yapılan mağara” dediğim bu mekânın asaleten üyesi ve ilk göz ağrılarım arasındadır. Bağlılığı Hocamgil kolundan talebe iken başlar. Bendenizle fikrî ve memleket meseleleri üstüne, sohbet kültürümüzde olmasa da “tartışma” yapmasını çok sever.
Gönül ve fikir cihetinden zarf atmadan duramaz. Bendeniz de onun bu tavrından fikrî teati hoşnutluğu ve inşirahı yaşadığımdan olacak, bu ülkedeki bütün siyasî ve fikrî yanlışların faturalarını zâtıma yükleyen bir “retorikle” sohbet etmesinden rahatsız olmam. Tasavvufâne bir bakışla aleyhimde olan dostların ileri gelenidir. Nükte kabilinden, bendenizle “yakîn” olan müdavimleri aleyhime konuşturmaya çalışmaktan fikrî bir haz duyar. Fakîr de ona yârenlik cihetinden “muarızım” ve “aleyhçim” der. Bazı dostlar, “Cüneyt müstear isimle, fikirlerinizin aleyhinde yazılar yazıyor” deseler de inanmadım. Aslında ikimiz arasında geçen her “tartışmalı” fikrî mesele, bu ülkenin tarihten bugüne sürüp gelen mâcerasının bir “izdüşümüdür.”
Dilinin dışı sert, içi narin olan bu gönül dostuyla her cuma yârenlik etmeden duramam. Dostluğun pîrleri ondan râzı olsun.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.