D.Mehmet Doğan

D.Mehmet Doğan

“Muhafazakâr san’at” mı dediniz, azizim?

“Muhafazakâr san’at” mı dediniz, azizim?

“Muhafazakâr sanat” tartışmalarına katılmamaya özen gösterdim. Bugün kendini siyaseten “muhafazakâr” diye tanımlayanların birçoğu, edebiyat, san’at ve düşünce eserlerinden beslenerek fikir ve dâva sahibi olmuştur.


Sayın Başbakan bunu söylemeye devam etmekle kalmıyor, her vasatta düşünce arkaplanı olan güzel şiirler okumayı da sürdürüyor.

Şimdilerde kendini “muhafazakâr” olarak niteleyen zümrenin düşünce gıdasını oluşturan yazar, sanatkâr ve fikir adamları yaşadıkları devirlerin zor şartları içinde varlıklarını ıspat etmiş güçlü karakterlerdi. Mahkemeler, mahpuslar, sürgünler, çileler, ızdıraplar... onların hayatının mutadı idi. Elbette bunların içinde Mehmed Âkif bir kutup yıldızı gibi parlıyordu. O sade eseriyle değil, hayatıyla, ahlâkıyla da örnekti ve büyüktü.

Burada adlarını zikretmeye gerek görmediğimiz bu büyük şahsiyetler, bugünkü siyasî iktidarın, belli ölçüde iktisadî iktidarın önde gelen isimlerinin yol göstericileri, ideal tipleri olmuştur. Kültürden, edebiyattan beslenen ve iktidara yürüyüş sürecinde bu kültürün, edebiyatın ve düşüncenin savunucusu olan kesimlerin, emellerine ulaştıktan sonra kendi görüş ve düşüncelerine tamamen zıt bir kültürel iktidarın sürdürülmesi için güçlerini kullanma yolunu seçmelerini izah sadedinde bir şey söyleyebilecek durumda değiliz.

Türkiye’nin “muhafazakâr” sermayesi büyüdükçe, onları besleyen sanat ve fikir kesiminin de güçlü bir gelişim göstermesini bekleyenler fena hâlde sukut-ı hayâle uğradılar. İktidar, pratik amaçla sadece kendi basın yayın cihazını güçlendirmeyi düşündü. Yeni “muhafazakâr” sermaye ise, bütün yatırımını maddî büyümeye ayırdı.

Bu yeni “burjuvazi” ekseriye köyden, taşradan neş’et etmiş, kültür yapısı ve dünya görüşü olarak şehirliliğin gereklerini dikkate almayan bir ilk nesil olarak görülebilir. Türkiye’nin batıcı burjuvazisinin kendilerine mahsus incelmiş –öğrenilmiş- zevkleri vardır. Bu yüzden dünyalıklarının bir kısmını kültüre, sanata ve bunların sunumuna ayırabilmektedirler.

“Muhafazakâr” sermayenin ise, insani oluşun en üst seviyesi olan zihnî tatmin konusunda ciddi hiç bir çabası görülmüyor. Eskisinden daha pahalı yemekler yiyorlar, daha lüks arabalara biniyorlar, dahası yüksek elbiseler giyiyorlar, şatafatlı binalarda oturuyorlar... Ama eskisinden daha yalnız yaşıyorlar. Kıtı paylaşırken kalabalık olan bu zümre, bolu harcarken azalıyor.

Vücutlarına gösterdikleri özeni kafalarına gösterme konusunda bir çabaları henüz yok. Bu belki ikinci nesil veya üçüncü neslin işi. Fakat o, zamana kadar bu ülkenin kültür ve sanat zemini böyle bir gelişimi destekleyecek konumda olabilecek mi acaba?

Mehmet Âkif asla “yaşam koçu” değil, TOBB başkanının konuşmasında yer aldığı şekliyle Safahat’ın da “kişisel gelişim kitabı” olması mümkün değil. “Kişisel gelişim” kavramı son zamanlarda bir “hayat ilmihali” olarak dinî kavramların yerini tutmaya yöneliyor. “İlm-i hal” bizim dini olarak doğru şeyler yapmamızı sağlayacak bilgiler ihtiva eder, kişisel gelişim kitapları ise her ne olursa olsun başarılı olmak için ne yapmamız gerektiğini telkin eder. Mehmet Âkif’in eserine “kişisel gelişim kitabı” demek, bu büyük şahsiyetimize yapılabilecek haksızlıkların en büyüğü.

Mehmet Âkif bir “hayat adamı” değildi. Hayatta başarılı olmayı seçse idi, muhtemelen bugün onu hiç tanımayacaktık. O zaman sayıca az olduğu için iktisadi refaha, sosyal statüye ulaşması daha kolay olan bir meslek sahibi (baytarlık) ve şiir meraklısı olarak, evlad ü ıyalini rahat yaşatacak ve bu dünyadan böylece geçip gidecekti.

Mehmet Âkif hayata uymak yolunu seçmedi. Hayatını Hakka uydurmak yolunu seçtiği için çileli bir ömür sürdü. Servete, güce ve bunların gerektirdiği başarıya, imkânlara çok yakın olduğu zamanlar oldu. Fakat tercihini hiçbir zaman bunlardan yana kullanmadı.

O İttihat Terakki’nin muteber bir şahsiyeti olabilirdi. İttihatçı hükümetlerin dergisi Sebilürerşad’ı defalarca kapatmalarına rağmen, hiç bir beklentisi olmadan, ailesi için dahi maddi bir talepte bulunmadan vatan hizmetine koştu, Berlin’e, Arabistan’a gitti ve nihayet davet üzerine Anadolu’ya geçti.

Anadolu’ya geçişi milletvekilliği ile ödüllendirildi. Çünkü o Anadolu’ya en başta dâvet edilen ve mücadeleye katılan ilk şair ve yazardı. Milletvekili maaşına rağmen, yoksul şartlarda yaşadı. Sert Ankara kışında paltosuzluğu bir menkıbe gibi anlatılır. Bu menkıbenin bir tarafında şairin o zaman için küçük bir servet olan İstiklâl Marşı’nın mükafatı 500 lirayı almaması, buna karşılık paltosunu onunla paylaşan dostunun “hiç olmazsa bir palto parası alsaydın” serzenişi durur.

Mehmet Âkif geleceğin Türkiyesi’nin önde gelenlerinin suyuna gitse idi, devrinin birçok şair ve yazarı gibi ömür boyu milletvekilliği ile ödüllendirilirdi, rahat bir hayat sürerdi. Biliyoruz ki, işsiz güçsüz ve parasız kaldı. Hayat ortamı daraltıldı ve ikinci bir vatan sayılabilecek, Osmanlı ülkesinin bir parçası olan Mısır’a gitti. Buradan yazdığı mektuplarda, bazı arkadaşlarından çok cüz’i borçlar istediğine, üniversiteye ders vermek için giderken yol parası bulamadığına ait bilgiler vardır.

Bütün bunları Mehmet Âkif’i, sağlığında olsa ömür boyu refaha kavuşturacak kadar para harcanarak yapıldığı kanaati oluşturan yeni bir Safahat neşri üzerine yazdık. (Yarın devam edeceğiz)

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
D.Mehmet Doğan Arşivi