“Çözüm”ün ruhu
Hiç bir mesele sonsuza kadar sürmez, hiç bir mesele tamamıyle çözülmez!
Bu sözde açık bir zıtlık hissetmemek, elbette mümkün değil. Ortada bir “mesele” varsa, bunun çözümü de vardır. Zaman bir çok meseleyi öyle veya böyle halleder!
Zamanı gelmeden çözüm olmaz! Zamanı geldiği halde çözülmeyen meselenin çözülmeyiş sebebini ciddi şekilde sorgulamak gerekir.
Türkiye böyle bir zamanı yaşıyor… Çözüm kendini gösteriyor. Bir tarafda yılgınlık, bıkkınlık emarelerini –ne kadar örtülmeye çalışılırsa çalışılsın- görmemek mümkün değil. Bunun sebebi, uzun bir süreçte silahla katedilen mesafenin sonuna gelinmesi (ve belki de dünyanın acelesinin olması)dır.
Ülkenin büyük bir bölümü için güçlü bir tâciz cihazı olan silahlı mücadele, daha ötesine varacak kudrette değildi. Büyük çoğunluğun tâcizi, silahlı grupların aczi…
Çözümün câzibesi burada!
Türkiye terörün bir çeşidinden kurtulmanın zaruretini hissediyor. Bu raddede, çözüm sonrasının hesaplarını kâr -zarar üzerinden yapanlar, tavırlarını keskinleştiriyor. Bu çözümü önleyemeyecek belki, fakat geçici zihin karışıklığına yol açacak. Oysa zaman her vakit olduğundan daha değerli. Birileri şimdiden çözüm sonrası tartışmalarının zeminini oluşturuyor. Elbette her şey konuşulacak, tartışılacak. Fakat süreç zamana ayarlıysa, konuşmak, tartışmak sonucu değiştirmez.
Türkiye’yi yönetenler zamanın ruhunu doğru okuyarak süreci yönetme gücüne sahip olabilir. Bugünün dünyasını, yüz yıl, elli yıl öncenin âletleriyle kavramak, verileriyle okumak, aklıyla değerlendirmek sonuç hasıl etmez.
Elbette her çözüm, yeni meselelerin ortaya çıkmasına yol açar.
Türkiye’nin önündeki ilk konu, mevcut sınırlar içerisinde neler olacağıdır? Elbette, Cumhuriyet’in tek parti devrinin zihniyeti kesinlikle terk edilmek zorunda. Hâkim çoğunluğun adına ortaya sürülen sentetik kimlik, esasen büyük çoğunluğun rahatsızlık kaynağı idi. Bu süreçte, şunu söylemek şaşırtıcı sayılmamalı: Esas Kürtler değil, Türkler asimile edilmek istendi!
Türk kavramı 20. Yüzyılın başında ne idi, ilk yarısında ne hâle dönüştürüldü, şimdi ne durumda?
Millî Mücadele’yi yürüten Birinci Meclis Osmanlı zemininde kurulmuştu. Açılışta adı sadece “Büyük Millet Meclisi” idi. Çünkü başlangıçta mücadelenin bugünkü sınırları aşan bir muhtevası vardı. Suriye, Irak ve hatta Filistin Kuva-yı Milliye teşkilatlanmalarının sahası dışında değildi. Millî Mücadele’nin başarıları bu alanlara doğru genişlemek yerine, savaşılanın çerçevelerini sahiplenmek şeklinde değerlendirildi. Belki de zamanın dayattığı bir sonuçtu bu. Meclis’in adının başına “Türkiye” kelimesi bu yüzden getirildi.
Türkiye, tehcirle Ermeni nüfustan, mübadele ile de Rum nüfusundan arıtıldı. Geriye çok az gayri müslim azınlık ve büyük müslüman çoğunluk kaldı. Bu müslüman büyük çoğunluk içinde, etnik köken veya kültürel yapı itibarıyla kahir ekseriyeti Türkler teşkil ediyordu. Bütün etnik unsurların okur yazarları ve şehirlileri de Türk kültürü dairesinde idi. Türklüğü müslümanlıktan ayırmak, 20. Yüzyılın en büyük projelerinden biri olmalıdır. Türkiye’de bu uygulandı hem de resmî ideoloji olarak.
İki müslüman kavim mutlaka İslâmla birlikte anılır: Araplar ve Türkler. İslâmın çıkış yeri, Peygamberi, Kitab’ının dili ve ilk dönem tarihi dikkate alınırsa, bunun tabiî bir sonuç olduğu anlaşılır.
“Arap” denilince, eğer tasrih edilmiyorsa (Hıristiyan vs. şeklinde) “müslüman” hatıra gelir. Bu Türk için de sözkonusudur. Bunun sebebi de elbette tarihten çıkarılabilir. 10. Yüzyıldan itibaren, İslâm dünyası Türk hanedanlı devletler tarafından yönetilmiştir. Bu Hint’ten Orta Avrupa’ya, Cezayir’e, hatta Mısır’dan Afrika içlerine kadar böyledir.
18. ve 19. yüzyılda emperyalist devletler İslâm coğrafyasını sömürgeleştirirken, Araplarla mücadele etmedi, Türklerle veya yönetici elit olarak Türklerle savaştı. Bu savaşın son noktası 1. Dünya Harbi’dir. Savaş sonrasında Türkiye’ye iki şart altında cevaz verildi: Birincisi bolşevik tehdidine karşı tampon bölge olmak, ikincisi, İslâmdan tecrit edilmiş bir Türklüğe razı olmak!
Türkiye, Lozan’da dayatılan bu yapıyı 28 Şubat’a kadar sürdürdü. 28 Şubat’ta son bir tahkim hamlesi yapıldı. Bu hamle beklenen sonucu doğurmadı. Bu sırada Türkiye’nin istikrarsızlaşmasının nelere mal olabileceği, büyük güçler tarafından doğru hesaplanmış olmalıdır.
Türkiye, çözümden sonra Türklerin kaybettiği bir ülke olmayacak. Elbette laik Türklerin, ulusalcı Türklerin güç ve itibarı hasar görecek. Aynı şey, laik Kürtler ve ulusalcı Kürtler için de sözkonusu olmayacaksa, gerçek bir çözüm olmayacak demektir.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.