İki kutuplu ülke
Soğuk savaş sırasında iki kutuplu bir dünyada uydu ulus devletlerin bu iki kutubun etrafında kümelenerek oluşturdukları bölünmüş bir düzlemde yaşıyorduk. Ancak şimdiye nazaran daha belirgin, kimin kim olduğunun daha açık olduğu bir dünyaydı o zamanınki. ABD liderliğindeki bir taraf, onun kendi ifadesiyle ‘hür’ dünyanın tarafını temsil ediyordu. Hür dediği, serbest piyasa ekonomisine dayandırılmış tüketim toplumu anlamına geliyordu. Türkiye, İsrail gibi uydu ülkeleri de yanına alarak takımını güçlendiriyordu. Burada ikincisi hem uydu hem de ana ülke konumundadır da. İsrail ABD’ye uyduluk yapıp çıkarlarını korurken diğer taraftan da ABD İsrail’e uyduluk yapmaktaydı. Hâlâ da öyledir. İsrail siyonistlerinin ABD’yi satın almışlığı ile ilgili küstah ifadelerinin arkasında da bu yakın ilişki yatar zaten.
Karşı kutup da malum Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği ve ekibi tarafından oluşturulmuştu. Onlarınki de kendilerine göre hür dünyaydı, zira insanı eşyanın esiri olmaktan kurtardıkları düşüncesiyle diğer ekstrem noktaya gitmişlerdi ve ‘aynılık’ üzerine kurulu eşitlik anlayışını benimsemişlerdi. Oysa hepimiz aynı değildik, aynı olmadığımız için de eşit olamazdık, eşitlik dağıtmak adına yapılan bu sınıflandırma da başlı başına eşitsizliği ve dolayısıyla haksızlığı körüklemekteydi. Bizler güzel güzel bu iki kutuplu dünyada yaşar giderken Sovyet tarafı önce çatlakla sarsıldı sonra da çöktü. ABD gerine gerine kibirlendi, ‘ben demiştim’ modunda gücüne güç kattı. Ama şimdi denge bozulduğundan terazinin bir tarafı ne yapsanız da diğer tarafa nazaran ağır basıyordu. İşlerin tadı tuzu heyecanı kalmamıştı.
Amerika arayışa girmişti. Kendine karşı yeni bir öteki bulması gerekecekti. Huntington’ın argümanı geldi yerini buldu. Yeni dönem kırılma noktaları üzerinden çatışmalar başlatacak ve bunlar da kültür üzerinden yürütülecek dedi. Önce herkes itiraz etti, ne de olsa teoriydi ve test edilmemişti henüz. Sonra geldi çattı 11 Eylül saldırıları, bu sefer de Huntingon ‘demiştim’ diye kıs kıs gülerek başını salladı. Kültürel kırılma noktaları üzerinden yürütülecek çatışmaların en çetrefillisinin Doğu ve Batı arasında olanın olacağının da habercisiydi teorisyen. Bundan da kasıt Edward Said’in de teyit ettiği gibi Batı ve İslam’dı. Yoksa doğudan anlaşılan diyelim Çin veya Japonya değildi, Ortadoğu eksenli bir İslam kültürüydü. Bu çerçeve içinde girdik yeni döneme, şimdi de onun ilk fazlarını beraberce yaşıyoruz.
Uluslararası arenadaki bu paradigma değişimi ve yeni durum lokal olana yansıdı. Her ulus devlette de kendi içinde benzer kırılma noktaları üzerinden iç gelişmeler yaşandı. Bakınız bizim seksen küsur senedir yaşadığımız Huntington’ın dediğinden farklı bir şey midir? Belki de bu ayrışmanın en bariz şekilde yaşandığı ve bir türlü sakinleştirilemediği ulus devletlerden biriyiz. Din üzerinden yapılan sosyal, siyasi ve ekonomik sınıflandırma Türkiye’yi onyıllarca meşgul etti. ABD’nin küresel ölçekte yaptığı gibi bizde de rejim kendine düşmanını üretti, onunla savaştı da savaştı. İnsanlarını kendinden soğuttu. Ama bu savaşı da bırakmadı. Ama global alanda iki kutuplu dünyanın sonu geldiği gibi bizim mahallede de sona yaklaşıldı. Kazanan? Kazanan rejim olmadı. Hiç Allah CC ile savaşılır mı...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.