Ahmet Doğan İlbey

Ahmet Doğan İlbey

Okumuyorsam Yaşadığımın Bir Mânası Yok

Okumuyorsam Yaşadığımın Bir Mânası Yok

Okumak: Düşünmektir. Doğru târifiyle fikretmeye başlamak, yani tefekkürün yoluna girmektir. Okumaktan gayem şuurlu yaşamak. Okumuyorsam yaşadığımın bir mânası yok.

Okurken kendi var oluşumun peşindeyim. Okuyarak tutunduğum dünya derûnumda saklı olan ve yaşanan bir hayat olmasını istediğim kendi menkıbemdir aslında. Okumaya başladığım her kitapla var olma isteğimin peşine düşmüş oluyorum.

     Bir odada kendimi kitapların sayfalarında kaybettiğimde asıl meşrebimi, yani var olma şuurumu kazanıyor ve şahsiyetimi buluyorum. Kitapların sayfalarında sabırla seyahat ederken gerçek hüviyet ve şahsiyetime rastlıyorum. Kitapların sayfalarına göz emeğimi döktüğümde iç mâna gözüme de sahip oluyor, en önemlisi de hayatın hayhuyundan sıyrılıp fikirli ve edebî bir hayatımın var olabileceğini öğreniyorum. 

      Anlatacaklarımı komik bulmayın; meselâ olağanüstü hâller ile tabiî âfetlerde belirsizlik içindeki zamanlar ve hâne halkıyla kafamı tutmayan mecburi misafirlikler için, ayrıca hasta bir yakının yanında refakatçi olmam durumunda masamda ayrılmış kitaplar hazır bekler. Yolculuklarda, çarşıya ve işe giderken n’olur n’olmaz, bir yerde mahsur kalır da sıkılırım diye yanımda daima bir-iki kitap bulundururum. 

     İnsanımız çoğunluğu okuma özürlüdür. Okuyan bilir ki, kitaplar edebî ve fikrî bir haberleşme vasıtası olarak başka dünyalara açılan penceredir. Okuma, ibadetlerden sonra insanın en derûnî, en fikirli bir faaliyetidir.

 

    BOYUMA BAKMADAN OKUDUĞUM KİTAPLAR

 

     Bundandır ki, ilkokul beşinci sınıfta ilk olarak Jules Verne’nin “Esrarlı Ada” ile birkaç romanını, ardından “Robenson Cruzeu”yu okudum. 1968 yılında Abdullah Ziya Kozanoğlu’nun “Kızıl Tuğ”, “Kolsuz Kahraman”, “Malkoçoğlu” ve “Seyid Ali Reis” romanları ile Oğuz Özdeş’in “Oğuz Han”, “Karapençe’nin İntikamı” “Şafak Sökerken” ve “Tuna Nehri Akmam Diyor” romanlarını su içer gibi okuduğumu hatırlıyorum. Demek ki o devirde “Turancı” yayınlar öne çıkarılmış ki tarihî roman diye ilk bu türden kitaplarla tanıştım. Çocuk kafam bu neviden romanlara meyilliydi. Muhitin çocuklarına göre üstünlük kazandığım duygusuyla Bekir Büyükarkın’ın “Son Akın “ ve “Sel Gibi” adlı tarihî romanlarını satın alıp okumaya bile cesaret etmiştim. Ardından Kemalettin Tuğcu’nun çocuk romanları taşraya gelmeye başlamıştı ki sektirmeden okudum. Neslimden her okuma müptelâsı gibi bendeniz de ince zayıf kağıtlardan kapağı olan Hazreti Ali, Kan Kalesi, Battalgâzi türü kitaplardan okumanın tadını aldım şüphesiz.

     Aklıma gelmişken, ilk dergi aboneliğim ve müptelâlığım 1967’de “Doğan Kardeş” dergisiyle başlamıştı. Ansiklopedik bilgiler de veren bu sevimli çocuk dergisini aralıksız iki yıldan fazla alıp okumuş ve mahalle arkadaşlarıma da okutmuştum.

      Okuma tiryakiliğinden olacak ki, boyuma bakmadan ciltli ve selefon kaplı yabancı roman “Çöplük”ü yine bu yıllarda alıp okumanın heyecanını yaşadım. Son derece az okuyan bir muhitin çocuğu olarak bu “acıklı” kitabı taydaşlarıma anlata anlata bitirememiştim. Oniki onüç yaşlarındayım, okuma statümün yükseldiğini zannederek, gülmeyin ama Dostoyevski’nin kabartmalı koyu bordo renk deri ciltli “Suç ve Ceza” sını almıştım. Hem adı ilgimi çekmişti, hem de ciltli bir kitabım daha olsun diye iki haftalık harçlığımla varmıştım kitapçıya. Çocukluk işte, bu kitabın iki cilt olduğunu bilmediğimden 2.cildini almışım. Değiştirmeye utandım ve başladım okumaya. Ne okuma amma! İlk otuz sayfadan sonra anlamayınca bıraktım. Kutumun içinde durur arada bir cildine dokunur, mektep arkadaşlarıma böbürlenerek gösterirdim.

     Bugün fikirlerini beğenmediğim Nihal Atsız’ın iki kitap hâlinde “Bozkurtların Ölümü” ve “Bozkurtlar Diriliyor” romanlarını ortaokulda pür-heyecanla okuyup Türklüğün menşeini öğrendiğimi zannetmiştim. Hemen peşinden 1969 yılı yazında, fikirlerini paylaşmamam gerektiği söylenen Yaşar Kemal’in “İnce Memed” romanını, eşkıya tefrikalarına düşkünlüğümden olacak ki iki günde okuyunca arkadaşlarıma hava atmaya başlamış, çalımımdan geçilmez olmuştu. Çok konuşkan biri olmasam da önüme gelene anlatıyordum bu romanı. İstanbul’dan getirttiğim bu kitap taşrada henüz yoktu. Propagandamın tesirinden olacak, akranlarımın dışında, babamdan büyük bir yakın akraba da istemiş ve okumuştu.

 

 FİKRÎ “KABİLEMİN” TELKİNİYLE OKUMA İSTİKÂMETİM NETLEŞİYOR

 

    Yetmişli yıllar,  yani ideolojilerin kol gezdiği yıllarda sosyal meseleler hakkındaki kitapları fikrî “kabilemin” tesiriyle okumaya başladım. Fakat alt yapı ve rehber olmayınca okuduklarımı iyi hazmedemediğimi çok sonra anladım. Bir dâva aşkıyla şiir okumamda ilk göz ağrım olan Abdurrahim Karakoç’un “Vur Emri”ni sayısız defa okudum. Peşinden üstâd  Necip Fazıl’ın “Çile” adlı şiir kitabı yıllarca kalkmadı başucumdan. Üstâdın “Son Devrin Din Mazlumları”, “Yunus Emre”, “Tarih Boyunca Büyük Mazlumlar”, “Kafa Kağıdı”, “İhtilâl” ve “Cinnet Mustatili” kitaplarını da “fikir adamı” olayım diye vecd içinde okuduğumu unutamam. Tabiî ki Mehmet Âkif’in “Safâhat”ını da derinlemesine nüfuz edemesem de öne çıkmış şiirlerini çokça okurdum. Böylece insan içine çıkışım ve tavrım değişmeye başladı. Kendime “özgüven” gelmişti. Akranlarım arasında biraz daha dik durmaya ve cümleler kurmaya başladım.  

      Ülkemin yakın tarihini ilk olarak, D. Mehmet Doğan’ın “Batılılaşma İhaneti”nden okuyunca kafam lahtağacına değmişti âdeta. Ardından “Yalan Söyleyen Tarih Utansın” serisini ve Peyami Safa’nın fikir kitaplarını ve “Dokuzuncu Hariciye Koğuşu” ile “Fatih-Harbiye” romanlarını okuyarak güya seviyemi yükseltiyor ve ciddî okuyucu oluyordum kendimce.

     1980 Yılına gelmeden, yarın devletin sahibi olacağız düşüncesiyle fikrî meselelerimizi öğrenmek üzere okuduğum diğer kitaplar da Seyit Ahmet Arvasi’nin “Türk-İslâm Ülküsü”, Nurettin Topçu’nun “Yarınki Türkiye” ve “Milliyetçiliğimizin Esasları”, Prof. Dr. Erol Güngör’ün “Türk Kültürü ve Milliyetçiliğimiz” ve Necmettin Hacıeminoğlu’nun “Türkçe’nin Karanlık Günleri” idi. Bu dönemde Tarık Buğra’nın “Küçük Ağa”sını, Cengiz Dağcı’nın “Korkunç Yıllar”ı ile “Yurdunu Kaybeden Adam”ı, ardından Emine Işınsu’nun romanları ile Enver Altaylı’nın “Esir Türk İllerinde Doksan Gün”ünü okudum, Bu kitaplar çevreme göre iyi bir techizattı. Gençlik işte, daha hamlığım gitmeden onbeş yirmi kitap okumakla “oldum” sanarak, “dâva adamlığımı” gösterecektim muhitin tavla ve elli bir oyunundan başını kaldıramayan “milliyetçi” delikanlılarına. 80’li yılların başında ise ilk okuduğum ağır kitaplar, Prof. Dr. Erol Göngör’ün “İslâm’ın Bugünkü Meseleleri” ve “İslâm Tasavvufunun Meseleleri” ydi. 

 

     “OKUMAK… KİTAPLARDA GÖRÜLEN RÜYADIR”

 

     Âmâ üstad Cemil Meriç’in “Bu Ülke” si ve “Mağaradakiler”ini manzum bir destan gibi okumuştum. Derinliğin ötesinde bir okuma tiryakisi olan, “okumaktan gözleri kör olan dahi" olma şerefini taşıyan âmâ üstad Cemil Meriç’in, “Okumak, iki ruh arasında âşıkane bir mülâkattır. (...) Kitaplarda görülen rüyadır”  sözünü sık sık okur vecde geçerdim. Bundandır ki onun “okumak” ve “kitap” üstüne tenkit yazılarını defalarca okumaktan haz duyardım:

      “Proust: ‘Okumak başka, sohbet başka. Okurken bir başka düşünceyle temas hâlindeyiz, ama tek başımızayız. İnsan fikrî bakımdan çok daha güçlüdür. Konuşma, bu gücü dağıtır. Okurken sadece ilham alırız, kafamız dilediği gibi çalışır. Hem yalnızız, hem beraber. Güzel kitaplar yazar için bir son, okuyucu için bir davettirler. Suallerimize cevap vermezler.’ Kitap her sualimizi karşılayamaz, doğru. Ama, hangi sohbetten doyarak çıkarız? Bu kanma bilmeyen susuzluk insanın alınyazısı değil mi? Okuma, içimizdeki meçhul âlemin kapılarını açan bir anahtar. Pekiyi ama, o meçhul âlemin tekevvününde payı yok mu okumanın? İç dünyamızın sınırlarını genişleten kitap değil mi? Marazi okuma sebep midir, netice mi? Bir başka tabirle, insanlar sinir hastası oldukları için mi realiteden kaçar, kitaba sığınır, yoksa uykularını kaybettikleri, kitaba iltica ettikleri için mi sinir hastasıdırlar? Don Kişot’u çıldırtan kitap mı, Don Kişot çılgın olduğu için mi kitap delisi?” 

 

     KAFAMI DEĞİŞTİREN KİTAPLARI OKUYUNCA…

 

     Doksanlı ve ikibinli yıllar, milletimi ve medeniyetimi katışıksız kaynaklardan okumaya başladığım ve zihniyetimin tam yerlileşmeye doğru değiştiği yıllar. Sezai Karakoç’un şiir kitapları dahil, “Yitik Cennet”, “Dirilişin Çevresinde”, “İslâm’ın Dirilişi” gibi hayli kitabını geç kalmışlığın ezikliği içinde bu yıllarda okudum.

     En önemlisi de İslâm medeniyetinin ne olduğunu yine katışıksız olarak öğrendiğim, okudukça ecdâdın medenî ve edebî mefhumlarının derûnuna indiğim, indikçe gerçek bilgiye kandığım Ali Yurtgezen’in “Evin Mahremi Olmak” ve “Sâdat-ı Kiram / Hâcegân Silsilesi” adlı kitapları ile tasavvufa dair eserler kafamı ve zihniyetimi değiştirdi.

     Bu arada Cengiz Aytmatov’un “Gün Uzar Yüzyıl Olur” dan başlayarak birçok romanları da girdi dosthânemize. İskender Pala’nın Divan Edebiyatı’nı sevdiren şirin kitaplarını da yâd etmem gerek. İlmim olmasa da Bediüzzaman Hazretleri’nin “Sözler”, “Tarihçe-i Hayat”, “Lemalar”ve “Mektubat” ını da okumaya çalıştım.   

      “Cenâb-ı Aşk”, “Anlamın Tarihi”, “Hazret-i İnsan”, Mehmet Âkif İncelemeleri”nden başlayarak birçok kitabını okuduğum, okumanın ustalarından Dücane Cündioğlu’nun şu çarpıcı satırlarını kendimde gevşeme hissettikçe okurum:

      “Çok kitap okuma, bir kitabı çok oku! Çok okumak denilince, bugün artık insanımızın aklına ‘çok kitap okumak’ geliyor. Nitekim ben de yıllarca ‘çok okumak’ ile ‘çok kitap okumak’ arasındaki farkı fark etmeden okuyup durdum; çünkü herkes gibi ben de çok bilmek için çok kitap okumak gerektiğine inanıyordum. Oysa geleneksel eğitim sisteminde çok okumak marifet değildi; bilakis marifet, bir kitabı çok okumaktı; yani çok kitap okumak değil, bir metni adam gibi okumaktı aslolan! (...) Kitapların sayısı çoğalınca, bilgi tâlipleri işbu çoğalan kitapları okudukları takdirde, hattâ ne kadar çok kitap okuyabilirlerse o kadar bileceklerini sandılar. Fakat gerçekte maksat hasıl olmadı. Çünkü bilgi tâliplerinin ilmi artmadı, malûmatı çoğaldı. Çok kitap okudular ve fakat kitapları ya bir kez ya da en fazla iki kez okudular. Çok metni bir kez okumak yerine bir metni çok oku ya da mümkünse bir ustayla birlikte bir kez ve fakat adam gibi oku!”

      Bu yıllardan sonra, yazıma başlık yaptığım ifademin modernizm koktuğunu anladım: “Okumuyorsam yaşadığımın mânası yok.” Bu ifademin âyetlerin işaret ettiklerinden uzak, entelektüalist bir okumaya sığınma psikolojisi taşıdığını anladım ve âyet-i kerimenin buyurduklarını anlamaya koştum. Okumanın ulvi ve hakikat olana götüren önemli vasıta olduğunu, malâyânî okumanın peşinde değil, medeniyetimizi öğreten kitapların okunmasının âcil olduğunu yıllar sonra şu satırları defalarca yazarak anladım: 

 

      “OKU! ZİRA OKUMAYAN AZGINLAŞIR”

 

      “Yaradan Rabbinin adıyla oku! Oku, ve Rabbin binihaye kerem sahibidir. İnsana bilmediklerini belleten, kalemle (yazmayı) öğreten Rabbin, sonsuz kerem sahibidir”(Alak sûresi ).

      Vahyin ilk emri “okumak”, yâni kainatı okumak, kainattaki her varlığın mânasını, vazifesini anlamak ve Yaradan’ı tanımaktır. İsrâ sûresinin 106. âyeti, dünya imtihanının ilk işinin okuma ile başladığını buyuruyor: “Biz O’nu, insanlara ağır ağır okuyasın diye Kur’an parçalarına ayırdık ve O’nu azar azar indirdik.”      

       Efendimiz s.a.v. Hira mağarasında iken, Cebrail Aleyhisselâm O’na “Oku!” diyor. “Okuma bilmem” dediğinde, O’nu kollarının arasına alıp sıkıyor. Bu emri üç kez tekrar ediyor: “Yaradan Rabbinin adıyla oku!”   

      Efendimiz s.a.v. bu âyetle emrolunduktan sonra insanı, kainatı, gece ve gündüzü, mevsimleri, dağları, çölleri, suyu, hayvanatı ve nebatâtı okudu. İnsanların zulümlerini, taptıkları putları, katliamları, haksızlıkları, kadınlara, kız çocuklarına reva görülen muameleyi,  Mekke’yi, Kâbe’nin kutsîliğini, Allah’ın bu mekânı koruduğunu da okudu. Kavimlerin helâk oluşlarını, peygamberlerin akıbetlerini, yetimliğini, Allah’ın, üzerindeki rahmetini, bütün kulların üzerindeki rahmet ve keremini okudu.

     İslâm medeniyetimizin taşıyıcılarının çok okuyan insanlar olduğunu anlatan kitaplar sıra sıra başucumdaydı artık. Fahreddin er-Râzî on iki bin sayfa eser yazmış bir zat. Sofraya oturduğunda bir yandan yemeğini yemesi, diğer taraftan kitap okumasını, vecdime bağışlayın edepsizlik olmasın, amatörce de olsa çokça yaşadım.

     Âcizâne kendime benzeyeni ararım hep. Benzerlerimin okuma usullerine ve müptelâlıklarına dair yazılanları okumak mânevî bir haz verir. Tarihten bugüne her seviyeden kitap okuma sevdalılarının okumak hakkında dediklerini bir bir yazar, sonra hepsini birden okuyarak okuma ameliyemi meşrûlaştırır ve güç kazanırım.

     Hazret-i Mevlânâ’nın yalnızca irşad ve sema eden bir derviş değil, gece gündüz kitap okuyan âlim tarafının olduğunu öğrenmem, malâyânîliğe kapılmadan yoluma devam etmemi güçlendirdi.

      Endülüslü İbn Rüşd’ün hayatı boyunca kitap okumadan geçen yalnızca iki gecesinin yâni, ilki evlendiği gece, ikincisi ise babasının vefat ettiği gece olduğunu okuyunca fikrî bir ürperme gelmişti içime.

      Bütün hüneri üstün dirayet sahibi ve nizam adamı olduğunu sandığım Yavuz Sultan Selim Han’ın çoğu geceler sabahlara kadar kitap okumaktan gözlerinin kan çanağına döndüğünü, Mısır seferine giderken yanında üç katır yükü kitap götürdüğünü ve dostu Hasan Can’ın, “Gözünden hiç kitap gitmezdi; daima okur, uykuya ve yemeğe rağbet etmez; günde ancak bir kez yemek yerdi” sözlerini okuyunca, okumayla geçen zamanlarımın boş iş olmadığını, okuma tiryakileri arasında bir cihan hükümdarının da bulunduğunu öğrenince moral buldum.

       17. Asır Osmanlı âlimlerinden Katip Çelebi’nin "Mumlar tükenir, güneş doğar, ben hâlâ okurdum; gözüme uyku girmezdi" diyerek yaşadığı vakitleri, haddim değil ama her okuma müptelâsı gibi karınca cirmince bendeniz de yaşadım. 

       Bundan sonrası mı? Başucumda saf tutmuş, kapakları insan yüzlerine benzeyen kitaplar okunma sırasını bekliyor. Okuyun Allah aşkına! Okumadan bir “şey” olunmuyor.

(Bu yazı “Okuma Hikâyeleri” kitabında neşredilmiştir)    

----------------------------

İLÂVE YAZI:

GÖNLÜME DÜŞENLER

 

     Ey azizan!  Fakirin gizlisi saklısı olmaz. Kafamı tutan fikirli konferanslara gittiğim gibi bu kez de Mekteb-i Beyza’nın açılışına gittim. Torunum Yağmur Kız’da vardı. Hava ılık ve gri idi. Bilirsiniz gri havayı severim. Gözlerime iyi geliyor ve sinirlerim rahatlıyor.

     Bir neşve, bir dostluk, bir kaynaşma ki görecektiniz. Bir Hocamgil oradaydılar. Bir Hocam’ın ikincisi, yeşilin bütün tonlarıyla görkemli dağın dibine konuşlanan Mekteb-i Beyza’nın sırtını dayadığı manzaraya bakmamı istedi. Gözlerim mayıştı. “Mekteb-i Beyza’nın Müdürü şehrin en iyi yerini kapmış” dedik. Bol oksijenden ciğerlerimiz açıldı. Mektebin açılış törenini geriden seyrettik. Çok acıklı ve hüzünlü tarafından bando çalındı, dokunaklı ve faideli konuşmalar yapıldı. Fikirli çaylar ve sohbet gırla gidiyordu. Bu neşvenin merkezinde Mekteb-i Beyza’nın edebiyat muallimi şair ve yazar Memduh Atalay ile Bir Hocamgil vardı şüphesiz. Nizam-ı Âlem Türklerinin ileri gelenlerinden gönül dostumuz Mehmet Alkışçı ile makbul Türk’ün nüvesi olan Hacı İbrahim Arıkmert ve Mekteb-i Beyza’nın değerli muallimleri, Çaycı Zekeriya Efendisi de dahil cümlesi oradaydı.     

     Bilirsiniz ki fakir, fikri öldürdüğü ve fikir adamına yakışmadığı için tatlı ve pasta gibi yiyecekleri ağır mecburiyet şartları oluşmadıkça yemez. “Ağır mecburiyet şartları”nı açıklamak uzun sürer şimdi. Siniler dolusu çeşit çeşit tatlılı pastalar getirdiler, misafirler ve dostlar neşve içinde yediler. Bu arada Memduh Atalay elleriyle getirdiği pasta tabağından bazılarını yemem için gönül diliyle ısrar etti. Öyle içten söylüyordu ki, bu esnada İki Hocam’da bendenize “yiyiniz” mânasınca bakıyorlardı. “Ağır Mecburiyet Şartları” oluşmuştu. Memduh Bey kırılır mı? dedim ve pastadan yemiş oldum. Bu dostâne şartlarda yediğim pastayı istismar ederek karşıtım olan ulusal medyaya bildirenler çıkabilir. Bazı muarızlarıma istihbarat edenler olabilir. Çünkü elinde cep telefonuyla dolaşan siyah gözlüklü, siyah takım elbiseli âşina olmadığım tuhaf sîmaların sohbet halkasının etrafında dolaştıklarını gördüm. Durumumu buna göre dikkate alınız…   

       

 

 

 

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
1 Yorum
Ahmet Doğan İlbey Arşivi