İslâmcılık soruları
Geçen sene yaz aylarında, islâmcılık gündemdeydi. “Sebepsiz yere” diyemiyoruz, “Arap baharı” dikkatleri bu ülkelerdeki islâmî hareketlere çekmişti. Neredeyse bir asırdır baskı altında tutulan islâmî akımlar seçim yapılan ülkelerde başarılı sonuçlar aldılar. Bu hava, Türkiye’de de yankısını buldu. İdeolog görünümlü köşe yazarları kendi tarihlerini yazmak için konuyu gündeme taşıdı. Bir taraftan da mevcut iktidara yönelik alttan alta bir tavır hissediliyordu. Bir taraf islâmcılığı yüceltirken, diğer taraf da islâmcılığın sonunun geldiğini ilan ediyordu.
Geçen hafta İstanbul’da Zeytinburnu Belediyesi islâmcılıkla ilgili bir sempozyum düzenledi. Biz de davetliler arasındaydık. “İslâmcılık: Bir adlandırma meselesi” başlıklı bir tebliğ sunduk.
Baştan söyleyelim: İslâmcılık kavramını yüceltmekten yana değiliz. Bu bir dönem adlandırmasıdır, tercümedir hem de yanlış çevrilmiştir!
19. yüzyılın sonunda ortaya çıkan İttihad-ı İslâm, İslâm birliği düşüncesi, batılı sömürgecileri tedirgin etmiş, “panislamizm” olarak korku uyandırıcı bir kavrama dönüştürülmüş, kısaca “islâmizm” olarak da ifade edilmiştir. Müslümanlar, İslâm birliği, yani ittihad-ı İslâm taraftarı olabilir. Fakat batılıların adlandırmasına uygun olarak “islâmcı” olamaz. Bu adlandırma bin türlü iltibasa yol açar.
İslâmcılık bizim için bir kulak alışkanlığı. Buna karşılık “hıristiyancılık” veya “yahudicilik” adlandırmaları garip durmuyor mu? Hırıstiyancılık veya yahudicilik kelimelerinin anlam alanından islâmcılığa bakınca işin tuhaflığı daha iyi anlaşılmıyor mu?
Zihnimize sorular hücum ediyor: Modern dünyada hedef islâmlaşmak mı, islâmcılaşmak mı olmalıdır? “Elhamdülillah müslümanım” mı demeliyiz, “elhamdülillah islâmcıyım” mı?
İslâmcılığın İslâmî olmak zorunluluğu var mıdır? Müslümanken İslâmcı olmak bir terfi (yükselme) midir?
İslâmcılığın modern dönemde ideolojik bir akım olarak, dinin alanları üzerinde söz sahibi olma çabasını nasıl anlamalıyız? Dinin künhüne vakıf olmadan dine ve dindarlara yön verme iddiası nasıl yorumlanmalıdır?
İslâmcılar, dinî birikimi ve samimiyetiyle tebarüz eden Mehmed Âkif’in bir beytini çok kullanırlar,
Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı
Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâmı
Fakat Âkif sadece bunu söylememiştir ki, hemen peşinden
Kuru da’vâ ile olmaz bu, fakat ilm ister;
demiştir. Onu dikkate alan yok!
İslâmcı enerjinin önemli bir kısmı, dindarları islâmcılığa sevk etmeye harcanmıştır. Yaşanan dinin hataları, yanlışları üzerinden dindarlara şiddetli hücumlar yapılmıştır.
Türkiye ve İslâm dünyasında “islâmcı hareketler”den çok, “islâmî hareketler”den söz etmek anlamlı olabilir. Türkiye dışında bunun böyle olduğunu kolaylıkla söyleyebiliriz. Arap âleminde türkçedeki islâmcılığın karşılığı olan modern bir kelime yoktur.
Batı türkçesinde “islâmcı” kavramı kullanılırken, doğuya gittikçe müslümancı/ müslümançı kavramının öne çıktığını da hatırlatmak istiyoruz. Yani inanç/din üzerinden adlandırma yerine, bu inanca sahip olanlar üzerinden bir adlandırma. Belki de doğru olan budur. İslâma nisbetle değil de, müslümanlara nisbetle bir isimlendirme…
“Kim islâmcı” sorusuna verilecek cevap, “sadece dindarlar, mütedeyyinler, sıkı müslümanlar” olabilir mi? Dindarlıkları tartışmalı isimler veya kendini başka şekillerde tanımlamayı seçenler, görüşleriyle, fikirleriyle “islâmcı” sayılabilir mi?
Yahya Kemal’den, Ahmet Hamdi Tanpınar’a, Cemil Meriç’e kadar önemli bazı isimler bu gözle bir değerlendirmeye tâbi tutulmalıdır. İslâmcılık, pür dinî bir hareket olarak görülmemelidir. Modern zamanlarda batı tasallutuna karşı müslüman toplumun değerlerini referans alarak görüş geliştiren, fakat radikalliği kendini yakıştıran islâmcılarla bir ilişkisi olmayan fikir adamları da bu kategoride değerlendirilebilir.
Eğer, “islâmcı” yerine “islâmî” kelimesini seçse idik, o zaman bu tasnif geçerliliğini kaybederdi.
Dikkat çekici bir hatıra yayınlandı. Bu kitabı okuyunca, “eski bir islâmcı, islâmcılıktan İslâma yönelmemizi işaret ediyor” diye düşündüm. Esasen, islâmcılığın sun’iliğine karşılık, 46 yaşında terk-i dünya eyleyen merhum Davut Özgül hoca bilgece bir olgunlukla tabiî olanı, normali bize hatırlatıyor:
“1981 yılında ilk kez İktibas dergisi ile tanıştım. Daha sonra bazı kitaplar okumaya başladım. Seyyid Kutub’u, Ali Şeriati’yi o yıllarda tanıdım. Okulda hocalarımızın genel anlamda tavsiye ettikleri kitaplar bu çerçevedeydi. O günlerde pek sorgulamadık ama tek yönlü bir okumanın doğru olmadığını şimdi daha iyi anlıyoruz. Keşke o gün başka insanları da okuma şansımız olsaydı. Sağ ve sol tabir edilen dünyanın beslendiği kaynakları biz de okuyabilseydik. Çünkü o okumaları 20 sene sonra yapınca, buruk bir acıyla birlikte geç kalmışlığınızı hissediyorsunuz.”
“Ayakları yere basmayan, fevrîliğin hâkim olduğu bir süreçti bu süreç. 80 kuşağının zihnî refleksleri bu ortamda inşa oldu. Kendi göbek bağımızı kendimiz kesmek istiyor, alabildiğine kitabi ve yapay bir dil kullanıyorduk. Allah’ın kitabı bizim kuşağın müdahalelerine mahkûm edilmişti adeta. Kitaba yaslanarak Allah adına yargılayan birer yargıç olmuştuk nihayetinde. Tarihsel birikim, gelenek vb. insanlığın ortak hâsılası bu süreçte göz ardı edildi. Sürekli bir biçimde Kur’an ve sünnet diyorduk ama Müslümanların bu kaynaktan mülhem oluşturduğu devasa geleneği de yok sayıyorduk. Kullandığımız dil alabildiğine soyut, alabildiğine kitabî ve içinde yaşadığımız topluma alabildiğine yabancıydı... Bu süreçte ortaya konulanlarla edindiğimiz birikim, dürüstçe söylemek gerekirse sadra şifa şeyler değildi. İslam ağacına tutunan ama meyve vermeyen dallar gibiydik. Tercüme eserler bir yönüyle bize katkıda bulunurken, bir diğer yönüyle bu toplumda var olan zeminimizin de kaybedilmesi anlamına geliyordu.” (Davut Özgül: Bir İnsan Biriktirdim, Okur Kitaplığı, İstanbul, 2012)
Bilhassa “islâmcılık” iddiası olanlar okumalı bu kitabı...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.