Ahmet Doğan İlbey

Ahmet Doğan İlbey

Dil Kapısı’ndan Gurbete Giden Şairimle Hasbıhal

Dil Kapısı’ndan Gurbete Giden Şairimle Hasbıhal

Hasbıhâlime şöyle başlarım: Derûnumun şairinden bir kelimecik dahi dil yâresi görmedim bugüne kadar. Batı gurbetine çıkarken azığına azık katmadım şairimin, yüreğindeki azığı kâfidir diye. Gurbete çıkacağı söylendiğinde, dilimin bilicisi şairimi mezara götürüyorlarmış gibi yüreğim daraldı. Zayıflık alâmeti göstermek, ehl-i dilden değildir sözü aklıma geldi ve şu talihsiz ifadeyi kullandım: “Allah müstehakını versin, varsın.”
      Dostperest bir yürekten beklenmeyen ham bir ifadeydi bu. İş işten geçmişti ki, şairim dil makamından kelimeler düşmüştü dosthânemdeki takvim yaprağına. Yazdığı kelimeler yüreğimi yakıp geçti:    
      “Efendim, dosthânenize bir damla yaş bırakmaya gelmiş idim; bir damla aşk, bir damla şiir. Derûnunuzda hep böyle kalmak isterim. Haklısınız ‘Allah layığım neyse onu verecek’. Fakat hâlimiz böyle pozitivist Müslümanca tesbitini beklemez; ‘hâli mâlumumdur’ demenizi bekler idim. Neyse ki dosttan gelen her söz kalbimin gıdasıdır. Köseğinizi attığınız, köseğinizin ucunda ben varım farzediniz. Efendim yüreğimin yanında olması için duâ buyurunuz.”
      Daha gurbette pişmeye çıkmadığı günlerde, şairimle dil dil üstüne sürtünür ve âmak-ı dilin sarhoşluğunu yaşardık. Şairimin yazgıma ve yüreğime dair kelimeler devşirdiği Dil Kapısı’na bir mâbede girer gibi girerdim. “Dil var dilde dilden içeri” deyince şairim; dil makamından söyleyince türkülerini; iksirli kelimelerden meydana getirince şiirlerini; o vakitten beridir onunla dost olmuş, dildaş olmuş ve şöyle demiştim: “Sen kalbimin şairisin.” 
      Şairimle dil makamından yaşadığım zamanları hatırlayınca “vay!” demiştim: “Turnalar misâli, şairimi niçin gurbet ellere uçurdum? Acep yüreğimde ondan eksilen neydi ki, kanatlarından tutmadım uçmadan; yüreğine sokulmadım; ‘ellerini ne eskitiyor’ bakmadım.”
       Şairi dili çevik ve gönül alıcıydı. Herkesten çabuk davranır, mâverada demlenmiş kelimeler kanatlandırırdı yüreğime doğru:
      “Efendim, kûy-ı diğergamınızda eğleşmeye geldim. Hürmetli, muhabbetli, celâdetli nazarınızın önünde diz çöküp, boyun kırıp susmaya geldim. Amma ki bahtsızın payına yüreğinizin sıcağıyla ılımış bir bardak suyunuz düştü; mürekkebi gönülsüz kaleminiz düştü. Gerçi ne gam! Dostun mübarek parmaklarının ellediği kalem de bize yeter. Amma ki gönül kârda gezer; cemâlin görmek ister. Ya nasip!”
       Şairim, Dil Kapısı’ndan ayrılmazdı da gurbet çekip götürmüştü. Mekteb-i İrfan’da kalbi sükun, dili yeğin değil miydi? Yoksa takvim yaprağına düşer miydi şu görklü ve aşkın ifadeleri:
      “Kıyında dinlenmeye geldim. Lâkin bahr-i hurûcun sükunetine emniyet ne dalgınlık. (…) Bilmem ki kaçıncı defadır sohbet-i şekerparenizden mahrum kalıyorum? Bilmem ki baran yerine dürr ü güher yağsa semadan benim bu talihsiz serime bir katresi düşer mi? Benim, kûy-ı hazine ü zıllü âlinize seyr halinde olduğumu haber alıp, tedbir mi eylemektesiniz? Benim bu nîmşâki kalbim bermurad olmayacak mı”. 
       Bir zamanlar şehrin ruhsuz karanlığında ışık veren, fikir ve gönül tâlimi yaptığımız Mekteb-i İrfan’da, yani mağaramızda kendi mısraı ile “bir tay coşkusuyla” yüreği cevelan eden şairim, yola beraber çıktığı şair dostlarından evvel çarçabuk dil makamına erişip yüreğime yerleşmişti. Taşra düşen bâzı dostların inkırazını mısralara çekip, takvim yaprağına lâyiha yazmıştı şöylece:
      “Muhterem efendim, evden çıkan dostlarınız bir daha dönmediler evimize. Zamanın balkonunda çaylar soğudu. Serviden çadırlarımız yok, artık bütün dostluklar prova”.
    
       ŞAİRİMİN MISIR GURBETİ HAKKINDADIR  

       Gurbet âfeti Batıya savururken şairimi; bu kez de Kahire’ye düşürmüş, tasavvufsuz yâlelli kalabalıkların arasında gurbet üstü gurbet çekmeye gitmişti. Şairimin gurbeti sorulduğun da şöyle demiştim: “Şairimin gurbet çilesi sahih olup, hâli malûmumdur. Yüreğinin bir ucu bu fakirdedir, emniyette olsun”.
      O vakit şairimin canına can gelmiş, Kahire’de tek kişilik divanını kurmuş ve dil makamından türkülerini söylemeye, şiirlerini yazmaya başlamıştı:
      “Gurbetin odasında yatmayan / Ne bilir günlerin upuzun / Ve fakat ömrün kısa olduğun / Dilini ateşte tutmayan / canıyla atladığı her gölgenin içinden / Nasıl düşer kuyulara, ne bilir insan / Kaçarken yalnızlığın köpeklerinden”.
     Şairim, gurbetin kazanında öylesine pişiyordu ki, yüreğinin avazlarını kalp kulağımla duymuş ve “beli şairim; devam”  demiştim.
      Dost sohbetlerinde, şairimin gurbet defterine düştüğü mısralardan tegannî edilirdi de yüreğim yanardı: “Varlığın katıksız fısıltısı / Bana öğrettiğin son büyük aşk / En çok annelerin tanrıyı anladığıdır / Son büyük aşk / Bana öğrettiğin ilk korku annesiz yaşadığımdır.”
      Şairimin gurbeti bir karayel gibi kalbinden girip dilinden nasıl da çıkıyordu. Ateşlerin üstünde semâ ediyordu da farkında olmadığını şu mısralardan anlıyordum: 
      “Baş / Aşağı / Gün dönüyor / Dökünüp üstünü başını / Döküp tafrasını aklın / Dönüyor kalbim / Düşürüyor önüme başımı / Başım dönüyor / Yani dünyanın ilginç yanılgısı.”
      Şairim gurbetin çöllerinde bu hâl üzere çile çekiyor iken, gıyabında şöyle demiştim: “acıdan yanarak, yanarak acıdan, hemhâl olsun gurbetiyle”. Şairim kalp kulağıyla duymuştu da bu sözlerimi; Kahire’den sitem oklarını fırlatmıştı fakirin yüreğine:
     “Huzurunda dökülüp kaldığım künyesiz mevlevî, bâdesiz pir / Yaralı ıslığıyla çölünde yol alan derviş / Dostperest fedai / Başımızı kitaplardan kaldırıp gözlerimizi birbirine değdirseydik / Hayatın kendine devrilen bir tesbih olduğunu anlar mıydık?”
     İksirli kelimelerden yapılmış oklar karşısında sükut etmiştim bir müddet. Şairim hakkında istihareye yatmış ve sonra derûnumdan neş’et eden şu sözleri kayda geçmiştim: 
      “Şairim sual ve târif ehlidir. Kalp ülkesinde yaşananlardan, insanın eşref ve firavun hâllerinden derlediği sual ve târifleri diriltici kelimelerle sunuyordu cevap ehline. Cevap ehlinin huzuruna onun şiirlerinde sorduklarıyla çıkmak, insanı bir başka Fuzûlî, bir başka Mecnun kılıyor. Cevap ehli Bir Hocam’dır. Bir Hocam iki muhterem zâttır. Amma ki, cevap birinde midir? Yoksa ikisinde midir? Mekteb-i İrfan’ın derûnuna intisab eden kişi, cevap ehlini bilir.  
     Şairim; varlığın, hayatın ve dostluğun üstüne gurbetinde ne görüyorsa yazıyordu: 
     “Demek ki neymiş... / Giderek hayatın darası düşüyormuş / Düşüyormuş kanatlarımızda rüya kuşları / Kolkola ve yalnızız (sınız) / Demek ki yüzümüzün hesabını / Verecek zamana gelmişiz / Bilesin ki ayrılıklar hayatın arası değildir / Demek ki tamamlanmış bir insan, bir şey de yokmuş / Varsa tamamlanmış olan elma desin çıksın ortaya / Varsa elini değdiren yok bir insana armut desin çıksın ortaya.”
      Bu “nâlelerini” okuduktan sonra vecde geçip, kalbimin turnaları ile onu ciğergâh edecek şu sözlerimi yollamıştım: “Haklısın, yanıyorsun gurbette; fakir de haklı, yanıyorum burada. Biri diğerine vâsıl olmalı. Kim, ne zaman?”
      Şairimin yüreği tâlimli, dili şahbaz; kalp kulağıyla işitmişti bu sözümü de kalbinin esrarından bir tutam sır göndermişti:
       “.... Dost, sen bana bak, ben sana. Sonra yüzümüzü kime dönelim? Biliyorsun değil mi?”
       Bir gün, bir dost, fakirin ağzından şu haberi uçurmuştu şairime: “Batıya giden gelmez”. Şairimden cevap gelmişti celâlli ve yüreklice: 
     “…Aleyhimde konuşman için ta çöllere geldim. Fakat bildiğin husustur ki kendi içindeki gurbete giden dönmez de; yâdellere giden döner gelir. O yüzden bağlamı izah edilebilir sözler edesin..
       Gurbete çıktığından beridir bir kelime dahi yazmamıştım şairime. Elbette yüreğimi kapatmamıştım. Nâmeler yazmayışıma içerlemişti şairim. Güya “gurbetine kendi rızası ile çıkmış ve fakiri terk etmiş” mânasına gelecek sözler söylemişim. Müzevvir dostların kalemleri bu sözü çarçabuk duyurmuşlardı. Bu haberden (!) sonra haklı serzenişlerde bulunmuştu: 
       “Hangimiz evimizden çıktığımız gibi dönebiliriz ki evimize? / Hangi göç vardır ki pusuya yatan hatıralar bırakmasın içimizde? / Hangi gidiş vardır dönüş atının ayağının birini sektirmesin? / Fakat hiç göçmeyen de ne bilsin aynanın nasıl kırıldığını, insanın israilini, değil mi dost? / Askere gidene mektup var da, ta Mısır çöllerine gidene bir selâm da mı yok?”
     Şairim derin gurbet hallerini yaşıyordu besbelli: “Evimin içi yok / Yetişkin kâbuslar oteli / Cennetim boş / Yanıyorum / Olsun / Cehennemim boş / Üşüyorum / Olsun / İstediğiniz gibi…Olsun” 

      ŞAİRİMİN DİLİNE BİR DAHA TESLİM OLDUĞUM HAKKINDADIR

      Diline, yâni şiirlerine andolsun ki, bundan böyle Dil Kapı’sında hep bekleyeceğim şairimi. Gurbet çilesi tamam olunca, hasretten kavrulup pişince, Bir Hocam’ın Mekteb-i İrfanı’na dönecek şairim ve dosthânemdeki takvim yaprağına “Uyruksuz bir adam, hünkâra dermana geldi. Hünkârın divanı tenha ve cevapsız” mâruzatını yazacak; sonra tenha ve cevapsız dediği dosthâneden Mekteb-i İrfan’a revan olacaktır. 
      Dünyalı hayatımın trajedisini yazıp şiirleriyle yazgıma şerh düşen dost! Şerhlerini mısra mısra okudukça yazgımın yol haritasını görüyorum her defasında. Her defasında da bir başka mânevî acıyı yaşıyorum. Bu hâl fakiri hüzne gark ediyor ki, hüzün fakirin dostudur. 
       Dil kapısında söz getirip götüren dostlara kulak asmayınız; söyleyip yazdıklarınız birer dilpesend nâmelerdi.
       Dil makamından hasbıhâl edemeyen dostların kıskançlığına karşı uyanık olunuz; zarfa koyup gönderdiğiniz kelimeler birer dilâsâ güldesteydi.
       Dil Kapısı’ndan taşra düşenlerin âfete uğramış dillerine inanmayınız zinhar; kalbinizin turnalarıyla yolladıklarınız birer şifa-yı dildâr idi.
      Anladım seni şairim. Nahâk yere gurbetinden ve çilenden beri durmuşum. Sonra araya dili haraplar girmişler. Tedbir eylemek gerekmiş. Yandığın ve yüzünü bu tarafa döndüğünü aynel yakîn biliyorum. Hâlin malûmumdur
       Eyvallah şairim eyvallah!
--------------------------------
                                                                                                                                                                               
İLÂVEYAZI:
DUYUP DİNLEDİKLERİM

     Ey azizan! Muarızım Hunu Amerika’dan dönüş. Bakalım hesabını nasıl verecek? Yandaşları Ömay ve Cemay’dan Hunu’nun Amerikan seyahati hakkında ses çıkmadı. Neredeler acaba? N’oldu da değiştiler böyle? Fakir, değil Amerika, eloğlu’nun bile geçmemiş bir toprağına bağlı bir yerlidir. Fakat “Amerkancı İslâmcılığım hakkında …” hayali  iftiralar attılar ki hesabını zor verirler. Fakire demediklerini koymuyorlardı. Türklerin millet hüviyetini nasıl yeniden kuşanacağına dair onca yazılar yazdık da tek kelime etmediler. Muarızlığında bir siyaseti var efendiler.  
  Bir şey duydum ey azizan! Bir Hocam’ın birincisi (Bir Hocam iki kişidir) Dedi ki: “ Savaş Hoca’nın 36 yıl önce Şehr-i Maraş’a geliş sebebi çok derinlerdedir. Araştırın…  Savaş Hocanız  Şehr-i Maraş’a öyle düz bir öğret menlik gayesi ile gelmemiştir. Görünenin dışında köklü bir misyon ve vazife için bu şehirdedir. Öğretmenlik onun görünen resmî vazifesidir. Onun Elazığ’dan bu uzanan kolları aslında Yesevî Hz.lerinin koluna bağlıdır. Bunlar nesil nesil böyle şehirleri irşad için dolaşırlar.  Savaş Hocanıza dikkat edin, her yerde kolu vardır…” 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Ahmet Doğan İlbey Arşivi