Merdumperest mezhep
Eski insanları dinlemek bir başka zevk hatta bahtiyarlık. Yenilerde pek bereket kalmadı. Topkapı’da Eresin Otelinde yapılan Selefilik ilmi toplantısını takip ederken ilk fasılda Ali Özek hocayı dinledik. Unuttuğumuz kelimelerle konuşuyordu. O konuştukça unuttuklarımızı hatırladık. Mesele Selefilikti ve dolayısıyla taalluk ettiklerine de değindi. Selefiliğin dini bir mezhep ve cemaat olmadığını söyledi. Onun ötesinde İslam dünyasını tehdit eden belaları saydı döktü. Bunlar arasında kabilecilik, ırkçılık ve mezhepçiliğe de değindi. Bugün mezhepçilik genellikle sekterizm olarak ifade ediliyor. Araplar da buna taifiyye diyorlar. Bir anlamda bölücülük. Mezhepçilik noktasında Ali Özek hoca bir parantez açtı ve Şia’ya özel bir göndermede bulundu. Şia’yı ‘merdumperest’ bir mezhep olarak tanımladı. Aslında bu Rafiziliğin Farsça bir terkiple ifadesi. Biz abdest ifadesini Farsça olarak kullanırken Farslar Arapça orjinalini yani vudu kelimesini yeğlerler. Bir başka örnekte onların Ali Kapı ifadesini yeğlemelerine mukabil bizim Bab-ı Ali’yi tercih etmemiz gibi. Şah İsmail Türkçe şiir yazarken Yavuz, divanını daha ziyade Farsça olarak tanzim etmiştir. Merdumperest veya merdumgiriz ifadesi çok kullanılan bir ifade değil. Bir yazımın başlığı ‘Bir merdumgiriz olarak Bediüzzaman’ idi. Merdumgiriz veya merdumpererestlik kalabalıklardan hoşlanmayan ve münzevi tipler için kullanılır. Mevlana ve Bediüzzaman gibi insanlar için fazlasıyla geçerlidir. Ali Özek de Şia’yı böyle tarif ederek doğru bir tanımlamada bulunmuştur. Şimdi buna genelde ayrıksılık da denmektedir. Merdumperestlik ifadesi fertler için yerine göre olumluluk ifade edebilir lakin bunun içtimai anlamda topluluklar için kullanılması zinhar olumsuzdur.
¥
Hoca bu konuda epey acı deneyim yaşamış. Hocanın açık sözlülüğü zaman zaman başına dert açmış olmalıdır. Ramazan Yıldırım’ın hazırladığı ‘Medreseden Üniversiteye Ali Özek’ adlı hatırat kitabında hoca bu hususta yaşadıklarını ve başından geçenlerini aktarıyor. Geleceğe emanet satırlarından birkaçı şöyle: “Özellikle Şiilikle ilgili toplantılarda sözünü hiç esirgemeyen birisiyim. Yani düşüncem neyse onu aynen söylüyorum. Bazı toplantılarda Şiiliğin bazı yorumlarını eleştirdim. İran ve Ürdün’de bu gibi şeylerle karşılaştım. En çok kafama takılan şey devlet başkanının verasetle Ehl-i Beyt’ten olması gerektiği ve onların sahabeye karşı olan tutumlarıydı. İran’da büyük bir toplantı yapılmıştı. Ürdün, Suriye ve Mısır’dan alimler vardı. Orada bir konuşma yaptım ve bunları tenkit ettim. Mesela devlet başkanının verasetle Ehl-i Beyt’ten olmasına dair hiçbir delil yoktur. Vaizzade Horasani benim ahbabımdı. O kalkıp yarım saat beni tenkit etti. Ondan sonra Suriyeli alimler bana ‘Horasaniye bir cevap ver’ dediler. Ben de onlara ‘Horasani’nin konuşmasında benim cevaplarım zaten var’ dedim. Hakikaten de öyleydi, sözü döndürüp dolaştırıyor ama söyleyecek bir şey bulamıyordu. O toplantıda beni tutuklamaya kalktılar. Pasaportumu aldılar. Ben dönmek istiyordum. Fakat baktılar ki bu iş sonunda iyi olmayacak, sonra bıraktılar. Söylediklerim çok ağırlarına gitmişti.
Başka bir toplantıda da Irak’taki Şiileri tenkit ettim. Zincirle sırtlarına vurmaları konusunda (tatbir) ‘Bunun ne kitapta ne de sünnette ne de gelenekte yeri yoktur. Vaktiyle atalarınız bir yanlış yapmış. Şimdi o yanlışı siz düzeltmek istiyorsunuz. Onlar ölmüş, gitmiş. Nasıl düzelteceksiniz? Bu yanlıştan vazgeçmeniz gerekir. Bütün aleme rezil oluyorsunuz’ gibi şeyler söyledim. Ben indikten sonra Ali Teshiri kürsüye çıktı. “Şeyh Ali Özek’ten cümlelerini değiştirmesini istirham ediyorum” dedi. Ben de kalkıp ‘değiştirmiyorum’ dedim…. ( Ali Özek, Ramazan Yıldırım, Düşün Yayıncılık, s: 309/310)” Ali Özek’in Tahran’da başına gelenler birçok alimin de başından geçmiştir. Anlatıldığına göre, İbni Abidin’in mütercimleri arasında olan Erzurumlu Mazhar Taşkesenli hocanın da Humeyni döneminde Tahran’da bir benzeri olay başına gelmiş. Bu durum Suriye’de de yaşanmıştır. Buti’nin talebelerinden olan ve Suriye devriminin önde gelen simalarından ve halen İstanbul’da ikamet eden İmadüddin Reşid sadece Şia’yı eleştirdiği için ülkesi Suriye’de kovuşturma geçirmiş ve üç beş gün içeride kalmıştır. Bir benzeri eleştiriyi Cezayir’de yaptığı için meşhur Şamlı allame ve müfessir Muhammed Ali Sabuni’nin başına gelmedik kalmamış. Ülke dışında olmasına rağmen bu yüzden kısıtlamalara maruz kalmış. Ahmet Mansur bir yazısında bunun nedenini merhum Muhammed Hüseyin Fadlallah’dan dinlediğini ifade etmektedir. Fadlallah, baba oğul Esat’ların İran’la birlikte Suriye’yi özellikle de Nuseyri bölgelerini Şiileştirme projesini ve misyonunu üzerlerine aldıklarını söylemektedir (http://tanseerel.com/main/ articles.aspx?selected_article_no=59922 ). Dolayısıyla Şiiliği eleştirmek bu projeyi tehlikeye sokmak ve önüne od tıkamaktır. İran ile Suriye ilişkisi İsrail ile ABD ilişkisine benzer. İsrail’i İsrail’de eleştirmek bir anlamda mümkündür. Ama bunu özellikle de siyaseten ABD’de yapmak mümkün değildir. Aynı şey İran- Suriye gergefinde de geçerlidir. Suriye’de Şiiliği eleştirmek rejimin mahremine dokunmak olur.
Ali Özek’in bahsettiği Ayetullah Ali Teshiri ise Mezhepleri Yakınlaştırma Kurumunun başındadır. Bu kurumdan Muhammed Ali Sallabi gibiler ‘Sünnileri tavlama kurumu’ diye söz ediyorlar. Devrimin teorisyeni Mutahhari de İslam’da Dini Düşüncenin İhyası adlı eserinde mezhepleri yakınlaştırma fikrinin Sünnileri tavlama amacı taşıdığını sarahatle ifade etmiştir. Demek ki bu faaliyet bir göz boyama ve ötesinde gizli bir ajandaya hizmet ediyor. Ali Ekber Teshiri bu gizli ajandanın yürütücülerinden birisidir (http://www.almanhaj.com/vb/showthread.php?t=16050 ).
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.