“Oryantalist barış”ın 90 yılı geride kaldı, savaş devam ediyor!
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra galip devletler (İtilaf devletleri) dünya haritasını kendi menfaatlerine uygun tarzda yeniden çizdiler. Masanın galipler tarafında onlar oturuyordu. Türkiye’ye onların tasvibiyle saldırmış ve mağlup edilmiş Yunanistan’ı da yanlarına almışlardı. Diğer tarafta ise, Osmanlı Devleti’ni yıkmayı kabul ve beyan etmiş TBMM hükümeti temsilcileri vardı...
Bir devlet yıkılmıştı, yeni bir devletin batılı güçlerce tanınması yapılacak “andlaşma”ya bağlı idi. Konferans İsviçre’nin Lozan şehrinde idi, fakat adı “Lozan Konferansı” değil, “Yakın Şark İşleri Konferansı” idi... (Conference on Near Estern Affairs, Andlaşma’nın resmî metni fransızcadır: Conference de Lausanne sur les Affaires du Proche-Orient)
Mütehakkim Avrupa’nın İngiltere öncülüğünde “Şark meselesi”ni güya halleden sahte barışının bütün dünyayı tehdit eden emperyalist bozguncu bir yapılanma olduğunu bugün daha açık olarak görüyoruz. 1. Dünya Harbi’nin sonunda esas itibarıyla Osmanlı ülkesinin paylaşımı ve parçalanması gerçekleştirilmiş, merkez topraklarında kurulacak devletin sınırlarının tesbiti yanında bu devletin manevî etki alanlarının da yok edilmesi hedeflenmiştir.
“Barış” sonrasında Türkiye’deki uygulamaları ancak 2. Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya’ya karşı takip edilen siyasetle kıyaslamak mümkün olabilir. Bilindiği üzere, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya işgal edilmekle, parçalanmakla kalınmadı, bir takım uygulamalarla da cezalandırıldı. Bu uygulamaları kaba hatları ile şöylece sıralayabiliriz: Savaşa yol açtığı için büyük sanayii kuruluşlarının parçalanması, bazı sanayi dallarında imalatın kısıtlanması, silâh imalatının men edilmesi, “demokratikleşme” ve nazilikten arıtma (dolayısıyla Yahudi lehdarlığı) programlarının uygulanması...
1. Dünya Savaşı sonrasında yaşadığımız özel tarihin adlandırılması konusundaki farklı yaklaşımların, olayların farklı boyutlarıyla ilgili olduğu söylenebilir. Bir kere dönemin bir yandan istiklâl, kurtuluş, bağımsızlık mücadelesi dönemi olduğu söylenirken, geleneksel adlandırmadan –yani Millî Mücahede/Millî Mücadele- bu adlandırışın dinî çağrışımlarından dolayı olmalı, belli bir sapma sözkonusudur.
“Millî Mücadele”, kavramın farklı anlamlarından ötürü hem gayri millî güçlerle, hem de gayri İslâm (kâfir) güçlerle mücadeleyi çağrıştırmaktadır. Bunun için sonradan “istiklâl harbi, kurtuluş savaşı, bağımsızlık savaşı” gibi adlandırmalara daha fazla ağırlık verilmiştir. Öte yandan hâkim yaklaşımda bir süre sonra kesin olarak “batı emperyalizmi” ile savaşıldığı es geçilerek, Osmanlı karşıtı bir mücadele tezi benimsenmiştir. Bu durumda asıl mücadele Osmanlı Devleti’ne karşı verilmiş olmaktadır.
Millî Mücadele’nin “Kurtuluş Savaşı” olarak kavramlaştırılmasında, istilacı güçler ve Yunanlılardan çok Osmanlı merkezi, onun şahsiyetleri, kurumları düşman olarak öne çıkartılır. Nitekim, mücadelenin askerî sonucu alındıktan sonra, İtilaf güçleri ve savaşılan taraf Yunanlılarla dahi barış dili hâkim olurken, Osmanlı ve onun değerler dünyası düşman konumunu sürdürür. Barıştan sonra Osmanlı düşmanlığı daha da şiddetlenir.
Türkiye Cumhuriyeti, diğer Osmanlı haritasından çıkmış/çıkarılmış devletler gibi, bu Devlet’in otoritesi ile mücadele sonucu oluşmuştur. Bu durumda mücadelenin hâkimiyet-i milliye/millî hâkimiyet, bir anlamda iktidar mücadelesi olarak algılanması garip kaçmamakta ve böylece işgalci güçlerle, sömürgecilerle mücadele arkaplana geçmektedir.
Anadolu’da bir Türk-Yunan mücadelesi yaşanmış, sonunda iktidar değişikliği ile birlikte bir rejim, sistem ve yönetim değişikliği vukubulmuştur. Bu sonuç ise harb içinde savaştığımız yabancı güçlerin şiddetli tasviplerine mazhar olmuştur. İşte bu dönemin tahlilinde bu sonuç çok önemli ve belirleyici yere sahiptir.
Sadece siyasî sınırlarını değil, manevî sınırlarını da bilen, açıkcası “haddini bilen” Türkiye ile Batı’nın bir meselesi yoktur. Peki Türkiye siyasi sınırlarını değiştirmeden sınır aşan bir etkiye sahip olursa ne olur?
Son günlerde yaşananlar bu konu üzerinde düşünmemizi gerektiriyor.
Nedense, 2010’lu yıllar, 1910’lu yıllara çok benzemektedir. ABD Suriye konusunda Rusya ile ittifak oluşturuyor. Bunun Türkiye’nin, en uzun sınırlara sahip olduğu komşu ülke üzerindeki muhtemel tesirini engellemek amaçlı olmadığı iddia edilebilir mi?
Ortadoğu kavramı içinde bulunan ülkeler kan ve ateş içinde. Tunus, Libya, Mısır… Kuzey Afrika kuşağının içinde bulunduğu durum yanında, Irak ve Suriye (ve Lübnan)’da çatışmalar bitmek bilmiyor. Türkiye’nin yükselen yıldızı münbit hilalde kafaları karıştırıyor. İşte tam bu sırada, ABD İran yakınlaşması yaşanıyor… İran’da ne değişti? Türkiye’nin İsrail’le arasında mesafe koyması karşısında ABD’nin Türkiye’de kaybedileni İran’da aramaya yönelmesi sözkonusu olabilir mi? Düne kadar İran’ın nükleer bir güç olmaması için savaş dahil her ihtimalı masada tutan ABD’nin bu yaklaşım değişikliği bizim için hayra alamet olamaz.
Türkiye’de fizikî bir savaş yok, fakat görünen o ki, arkaplanda savaşı aratmayacak bir çatışma var ve bu çatışma içeriden bazı manivelalar kullanılarak derinleştirilmek isteniyor.
Kitap hattı: Türkiye Cumhuriyeti Düşünce Tarihinde İz Bırakanlar ve Ahmet Hamdi Tanpınar Günleri.
İstanbul’da hem Büyükşehir belediyesi hem de alt belediyeler kültürel yayın konusunda çok aktif. Bilhassa Bağcılar, Küçükçekmece ve Zeytinburnu belediyelerinin yayınları dikkat çekici. Ankara’da ise, Büyükşehir’in böyle bir alışkanlığı hiç olmadı. Neyse ki Keçiören Belediyesi var! Bu iki kitap, yine bu belediyemizin yaptığı toplantıların mahsulü. Birinci kitapta Cemil Meriç, Necip Fazıl, Erol Güngör ve Nureddin Topçu’nun düşünce tarihimizdeki yeri uzmanların dilinden ifade ediliyor. Ayrıca, kitabın editörü Mustafa Atiker’in “Düşünce tarihine dair notlar ya da pozitivizme karşı bir yöntem olarak düşünce tarihi ve temel sorunlar” başlıklı uzun girişi bilhassa dikkat çekici.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.