Muhalefet açığını kapatmak!
30 Mart mahallî seçimleri gittikçe önem kazanıyor. Eğer Türkiye 17 Aralık kırılmasına maruz kalmasa idi, 30 Mart seçimleri bu kadar önemsenmeyecekti.
Türkiye 2002’den beri “muhalefet açığı” diyebileceğimiz bir durumla karşı karşıya. Elbette muhafelet partileri var. Hatta birisine “ana muhalefet partisi” deniyor ve görünüşte 90 yıllık geçmişiyle övünüyor. Buna rağmen, iktidar partisinin karşısında programıyla, projeleriyle, toplumu sürükleyecek söylemleriyle cazibe merkezi olan bir siyasî hareket yok.
CHP çok partili hayata geçişte gösterdiği akılcı tutumu, sonrasında sürdüremedi. Hep krizlerden fırsat devşirmek istedi. Devrim muhafazakârlığından meded umdu. Değişen dünyayı, şartları, imkânları doğru değerlendiremedi. Bu yüzden de halkı peşinden sürükleyip seçimle iktidar olamadı. Ecevit’in 80 öncesi hileli kabinesi dışında bir CHP iktidarının bugün de görünür olduğunu söylemek mümkün değil.
MHP 1970’lerde ortaya koyduğu geniş açıyı, 80 sonrasında koruyamadı. Türkiye’de etnik terör hareketi karşısında kavrayıcı siyaset üretmek yerine bir karşı etnik yapı olarak kendini konumlandırdı. Meclis’te baraj meselesi yüzünden bağımsız vekillerinin bir araya gelmesiyle temsil edilen DTP ise terör hareketi ile paralel yürüyen sert etnikçi üslubunu çözüm sürecine rağmen değiştirmeye muvaffak olamadı.
Şu anda Selamet-Refah çizgisinin versiyonu olan bir parti iktidarda. Bu çizgiyi daha keskin olarak sürdüren bir parti daha var. Saadet Partisi’nin güçlü bir muhalefet partisi olma ihtimali, Numan Kurtulmuş’un bertaraf edilmesi ile ortadan kalktı.
Muhalefet olmazsa, iktidar da sağlıklı olmaz. Boşluk bir şekilde doldurulur. Nitekim, makul, halkı sürükleyebilecek siyasî muhalefet yokluğunu AK Parti iktidarının ilk yıllarında Türkiye’nin oligarşik güçleri gidermeye çalıştılar. Siyaset üzerindeki baskı, Hükümet’in kararlı tutumu ve Ergenekon/darbe yapılanmasının hukukî süreçlerle etkisizleştirilmesinden sonra kalktı. Böylece ilk defa sivil yönetim kendi kararlarını verecek hâle geldi. Bu elbette, demokratik bir toplumda çok önemlidir. Vesayet zinciri kırılmıştır, bu sadece iktidarı değil muhalefeti de ilgilendiren bir gelişmedir. Fakat bu durum muhalefet tarafından yeterince değerlendirilememiştir.
Bu vasatta yapılacak bir seçimin hayli heyecansız geçmesi kaçınılmazdı. Fakat Türkiye şu sıralar her geçen gün seçim havasına daha fazla giriyor ve önümüzdeki günlerde bu havanın daha fazla etkili olacağı da hissediliyor.
Muhalefet açığının ikamesi yönünde bir hareket, daha önce doğrudan siyasetin içinde olmayan bir yapı tarafından başlatıldı. Bu başlangıçta doğrudan siyaset maksadıyla yapılmasa bile, süreç ve gelişmeler, bu yapıyı siyasetin merkezine doğru çekiyor. Şu sıralar muhalefet partilerinin siyaset üretmesi için gerekli malzeme dahi bu yapı tarafından sağlanıyor.
Bunun geçici bir durum olduğunu söyleyebilir miyiz?
Eğer bu yapı Türkiye’nin siyaseti üzerinde etkili olmak yönünde kararlı ise, varılacak sonuç bir siyasi partidir. Cemaat partileşebilir mi? Bunun önünde hukukî bir engel yok. Fakat “doğrudan siyaset” denildiğinde şartların çok farklılaşacağını da hesaba katmak gerekiyor.
Bir erken doğum mu sözkonusu, yoksa tahmin edilebilir bir gelişme ile mi karşı karşıyayız?
Başka bir soru: Siyasetle hizmet bir arada olabilecek mi?
Şimdiye kadar siyaset hizmetin emrinde idi, bundan sonra ister istemez siyaseti hizmetin önüne geçirmek zarureti ile karşı karşıya kalınacak.
Kitap Hattı:
Ercan Yıldırım’dan iki kitap: Türk Düşüncesinde İslâm ve Anadolu’da İslâm ruhu. Günlük siyaset ülkemizde çok hâkim. Günlük siyasetin fikir zeminleri bugünün düşüncesi ile ilişki halinde değil. Siyasi liderler gençlik dönemlerinin akılda kalan fikirleri ile toplumun karşısına çıkmaya devam ediyorlar. Elbette düşüncenin mecraları eskiden olduğu kadar göz önünde değil. Fikir dergileri az sayıda ve baskı miktarları da ona göre. Bugünün siyasilerinin bu dergilerden haberdar oldukları da şüpheli. Böyle bir dönemde düşünmek ve yazmak, gaibe hitab etmek gibi bir şey. Ercan Yıldırım tam tabiri ile “velut” bir yazar. Peş peşe iki kitap çıkarmasından bunu anlıyoruz. Onun Türkiye’nin tarihini, birikimini dikkate alan bir düşünce çizgisi içinde olduğunu Anadolu’da İslâmın Ruhu kitabından aldığımız şu birkaç satırdan çıkarmak mümkün:
“Hatırlamak kendine gelmektir. Kendilik bilgisi en fazla bu topraklarda yaşayanlar tarafından kurulup geliştirilmiştir…Türkiye kendine bir gelecek arıyorsa bu mutlaka İslâmî bir dönüşüm ile olacaktır. Yürürlükteki İslâm algısı ve millet yapısıyla ülkemizin önüne parlak ufuklar açılmıyor, açılmaz. Tarihe müracaat etmeden kurgulanan her sistem, yaşanan her gündelik hayat, dünyalık işlerin lehine olacaktır. Bu kitabın Türkiye’nin geleceğine ilişkin söyleyeceği şeyler geçmişteki dinamikleri hatırlatmaktır… Anadolu’nun İslâmlaşması esnasındaki ruh Türkiye’nin üzerinden silinmiş değildir. Kendini yeniden düzenleyerek zamanın akışında etkinliğini gösterecektir.”
(Hece yayınları: 0312 419 69 13, Dergâh yayınları: 0212 518 95 78)
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.