‘Onların kalbinde hüzün vardı’
Yukarıdaki sözün Hz. Hüseyin’e ait olduğu söylenir. Büyükbabası Hz. Muahmmed(sav), anneciği Hz. Fatıma Zehra (r.a), Babası Hz. Ali (ra) için, kalplerinde daima taşıdıkları hüzne delalet eden bir cümle... Siret okuyucuları, tarih meraklıları, hatta az biraz Hz. Peygamberimizin menkıbelerini işitmiş herkes de bilir ki, onlar cidden mahzundurlar, hatta en muzaffer, en sevinçli, en şükreder zamanlarında bile hüzün onların ahlakı, sureti, kisvesi, elbisesi, peçesi, örtüsü, yaygısı gibidir... Mütebessim, aydınlık yüzlü ama her daim mahzun...
Torunlarını çok sevdiği bir gün Melek Cebrail’in (as) elinde kristalden bir kap içinde Hasan ve Hüseyin’in kanıyla çıkageldiği, cennet reyhanı Hasan’ın zehirlenerek, arşın küpesi Hüseyin’in ise boynu vurularak şehit edileceğinin haberini Sevgili Peygamberimize (sav) ulaştırdığı nakledilir bazı haberlerde... Yani o, her halükarda bu acı ve derin kederli bilgiye rağmen, hayatını sürmüş, elçilik görevini ikmal etmiş, insanları etrafından uzaklaştırmak yerine herkesin gönlünü alıp, büyük bir kardeşlik, arkadaşlık, vefa üzre hayatını yaşamıştır. Hz. Peygamberin (s) gelecekle ilgili sorulara, “ben de bilmiyorum” şeklinde verdiği genel ve alçakgönüllü cevaplar, Gaybı bilecek olanın ancak Allah olduğu ve kendisininse Allah’a ram olmuş bir kul olduğunun vurgusunu taşır. Bununla birlikte Son Peygamberin, Allah Teala ile olan yakînini elbette bizler bilemeyiz, hatta öyle zannederim ki bilmekten ve akletmekten daha başka, çok daha hususi bir ilişkidir o...
***
Hz. Peygamberin (sav) bu derin kederi taşırken bile, insanlık ve ümmeti için her zaman Rahmet’in, hidayetin, iyiliğin, güzelliğin, kolaylığın duacısı olduğunu da biliyoruz. O, alemlere rahmet olarak gönderilmiş bir peygamberdir. Ümmetine vasiyeti kendi sünneti üzerinden de; Rahmet’tir. Veda Hutbesi’ndeki mümeyyiz adalet ve merhamet vurgusu, onun aynı zamanda toplumsal bir sözleşme olarak da kendinden sonra geleceklere çizdiği bereketli bir yol haritasıdır ...
***
Toplum olarak son yaşadıklarımız, özellikle 6-7 Ekim olaylarında vuku bulan gözü dönmüş cinayetler, alışveriş yaparken vurulan askerler veya eşinin yanında şehit edilen astsubayın yüreklerde açtığı derin infial... Ermenek’te suyun altında kalan işçi kardeşlerimiz... Hepsi, her birisi kalplerimizde derin yaralar açarken... Bizim, her şeyden evvel bu acıya saygı duymamız, taziye adabına uygun bir şekilde sükunetle bu hicrana eşlik etmemiz gerekmez mi?
Elbette, bu acıların hukuki, adli hesabı sorulmalı, gecikmeden, tavsamadan... Önlem almamış idareciler takip edilmeli, göz yumulmuş, kaytarılmış bazı durumlar varsa, bunlar derhal tespit edilmeli, tekerrürü katiyen önlenmelidir...
***
Beni ve pek çok kişiyi derinden sarsan durumsa; bazı kişilerin toplum olarak karşı karşıya kaldığımız bu derin acıların karşısında, üzüntüden ziyade “biz söylediydik, bela gelip sizleri bulacak” nakaratıyla hareket etmeleridir. Neşe demekten ar ederim, ama hiç de örtbas edilmeyecek bir coşkuyla, kendilerinden ve cennetlerinden gayet emin, yaşananlardan bir tür averaj kazanmak görüntüsü içindeler maalesef... Kimseye hayır getirmez bu iş... Her şey politika, her şey siyaset değildir hayatta. Siyaseten eleştiri yapmayın da denmiyor elbet. Ama dini hassasiyetleriyle tanınan bir kesimin, yaşanan toplumsal hüsranlar için kullanacağı dil, “oh olsun”cu bir nefretle giderse, ilkin kendini zedeler, çökertir. Kendi grubundan, kendi cemaatinden, kendi arkadaş topluluğundan, kendi mezhebinden, kendi ırkından başkasını yanlış bulan, muhatap addetmeyen, kötülüğü “öteki”nin üzerinden kuran bir bakış açısının ismi, “davet” de değildir zaten...
“Bunlar daha başlangıç, oh olsun, bulun belanızı” diyenler, şu Kerbela günlerinde, Hz. Peygamberimizi (sav) sadece vird olarak değil hal olarak da kendilerine yakınlaştırmayı denemeliler... Denemeliyiz.
O, kalbindeki derin hüzne rağmen Rahmet Peygamberiydi...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.