“Gurbet nedir bilir mi o menfâya gitmeyen?”
(Bayramlarda gurbette olan, dost gurbetine düşen ve gurbet sızısı çekenler için…)
Yahya Kemal, “Gurbet nedir bilir mi o menfâya gitmeyen? / Ey gurbet, ey gurûbu ufuklarda bitmeyen” mısralarıyla evden kaçan â’ratfa bir aydının Avrupa’nın ruhsuz şehirlerinde yaşadığı gurbet duygularını anlatır. Şairin söylediği söz, gurbeti yaşamayan, evinden yurdun hiç ayrılmayıp da hasretten, çileden bahseden pişmemiş insanlar için yüreği kanatacak bir sual.
Faruk Nafiz Çamlıbel’in “Han Duvarları” şiirinde dile getirdiği, derdini han duvarlarına yazan gurbetçilerin hikâyesidir: “On yıl var ayrıyım Kınadağı’ndan / Baba ocağından yar kucağından / Bir çiçek dermeden sevgi bağından / Huduttan hududa atılmışım ben.” Onun “Sarmış beni gurbet / Sarmış beni Mecnun diye zincir gibi dağlar” mısraları ara sıra diline gelmeyen insan var mıdır?
“GURBETİN ODASINDA YATMAYAN NE BİLİR GÜNLERİN UPUZUN”
Gevherî’nin “Kurtulamadım üç nesnenin elinden / Biri firkat, biri gurbet, biri aşk / Üçü bilmez birbirinin hâlinden” mısraları ârif olana, yaratılışla başlayan gurbet ve aşk yolculuğumuzun arasındaki trajik mücadeleyi ne güzel anlatır öyle?
Şair Mehmet Narlı da çıktığı Mısır gurbetinde bir gönül dostuna nasıl sitem ediyor yüreği yanarak: “Gurbetin odasında yatmayan ne bilir günlerin upuzun / Ve fakat ömrün kısa olduğun / Dilini ateşte tutmayan / Canıyla atladığı her gölgenin içinden nasıl düşer kuyulara / Ne bilir insan kaçarken yalnızlığın köpeklerinden.”
Vecdli aşk erbabı Fethi Gemuhluoğlu “gönlümüzün kavgası” dediği gurbet “önce sevgiliye, sonra O’nunla beraber kemâl hâlinde asıl sevgiliye kavuşmadıkça, gönlümüzün kavgası dinmeyecek, dur-durak bilmeyecektir” diyor. Ö. Tuğrul İnançer’e göre “dünyadaki mâceramız bir düşüş değil.” Bu ehl-i irfana göre, “her şey aslına rücû eder esasından yola çıkıldığında gurbet irâdî olarak gurbet hâlinden çıkıp kurbete (yakınlık) sılaya dönmektir.”
Psikiyatrı uzmanı Prof. Dr. Süheyla Ünal Hanımefendi, Batı’nın inançsız ruh bilimine karşı insanlığı gurbeti ve sılayı tanımaya çağırıyor ve dünyanın bir gurbet, “sıla” nın ise “asıl vatan ” olduğunu söylüyor: “...Ne çok şey değişti... Ama ‘sıla’ yerli yerinde durdu hep, ‘gurbet’ de karlı dağların ardındaydı. Sıla ana kucağı idi. (...) Sıla asıl vatan. Gurbet, okun düştüğü yerdi. Oku savuranın durduğu yer sıla. Savrulan okun arandığı her yerdi gurbet. Dağların ardı, çöllerin ötesi, şehirlerin en güzeli... Sıla, değişmeden duran, sığınılan limandı... Gurbet gel gel edip de kaçan...”
Ahmet Yüksel Özemre, “vehim ve gerçeği” anlattığı yazısında “Kur’an ve sünnet gerçeğine” sarılmamızı öğütlüyor ve “gerçeği istemek gurbete düşmek demektir” diyor. Hilmi Yavuz, “Doğu’nun Gurbetleri” şiirinde “Kendi elimizle kurduğumuz gurbetten / Daha zor bir sürgün yoktur” diyerek, yaratılıştan bu yana insana bahşedilen gurbetin haricinde bilerek düştüğümüz trajik gurbetlerimizi anlatmıyor mu?
Dücane Cündioğlu da kelimeleriyle iki türlü gurbetle alâkadar olan derin gurbetçilerden sayılır: “Ne garip, dünyayı yorumlamak için o dünyanın kendisinden uzaklaşmak zorundayız. (…) Gurbet, yani yabancılaşma. Yabancılaştıkça anlıyorum. Garipleştikçe, gurbeti hissettikçe. İnsanı hicranın tâ içine gömen, her adımında onu gurbet buhranına sokan hep yine insan…”
“GURBET, İNSANIN KENDİSİYLE BOY ÖLÇÜŞTÜĞÜ YERDİR”
Mehmet Niyazi’nin, bir kitabının girişine yazdığı şu satırlar sanki derûnumdan çıkmışçasına yüreğime işledi: “ Gurbet, insanın kendisiyle boy ölçüştüğü yerdir. Aşk ise orada bir başkadır. Ona bir adım daha yaklaşmak heyecanıyla gam dehlizini andıran gecelerde sabahları iple çekilir. (…) İnsan bu durumda hisli ve içli gurbeti yürek ağrılarıyla döker; ah, ne o ağrılara tahammül ediliri ne de onlardan kopulur.”
Sezai Karakoç’ta gurbet, “En Sevgili”den “dünya sürgününe” çıkmaktır: “Senin kalbinden sürgün oldum ilkin / Bütün sürgünlüklerim bir bakıma bu sürgünün bir süreği” dir. Aslı vatana bir an önce dönmek için yalvarır: “ Göğsümde sürgününü geri çağıran bir damar vardır / (…) Ey Sevgili / Uzatma dünya sürgünümü benim.”
“KALÛBELÂDAN BERİ MUHACİRİM BEN”
Bahaettin Karakoç, “Kalûbelâdan beri muhacirim ben / Her nereye gitsem ensâr karşıladı” mısralarıyla bezm-i elestten bu yana gurbetçi olduğunu söylüyor. Şiirin, kelimelerin aslında bir gurbet dili olduğunu, gurbet sancısından doğduğunu dile getiriyor: “Göç sabaha, kon akşama / Hasret tık tık vurur cama / Siz sıla dersiniz ama / Diyar-ı gurbettir şiir.”
Abdurrahim Karakoç, gurbeti ağır yaşayan bir şairdir. “Gurbet sancıdır, ayrılık hançer / Gurbet nedir, ne değildir? De hele” diyerek gurbetin manevî derinliğini arayanlardandır. Kendi gurbetinde “Öyle ıstırap ki, dağlar fevkinde / İçimde denk olur gurbet akşamı / Bir garip ölünün mezar taşına / Konmuş çelenk olur gurbet akşamı” diyerek kendi gurbetinde kıvranan bir şair.
Şiirlerinde en çok gurbet yanımızı anlatan Ali Akbaş şu şiiriyle maddî gurbetçilerimizi yüreğine yüreğine vurup ağlatarak kendinden geçiriyor: “Sirkeci’den tren gider evim barkım viran gider / (...) “Sirkeci’den tren gider / Vagon gider derdim gider / Gurbet elde bir başıma / Varım yoğum alır gider / Sirkeci’den tren gider / Bir yaldızlı Kur’an gider / (...) Su serperler gidenlerin ardından / Dün askere, Hint’e, Yemen’e / Bugün ekmeğe yaban ellere.”
İskender Pala, “Asıl Sevgili”ye dönme çabasında aşkını gurbet imtihanındaki tâlimle ölçer: “Hani gurbetin ucunda günlüme gömen de, hani seni gurbet gurbet gönlüme gömen de”
Demek ki üdebâya göre gurbet kâh zâlim bir sürgün yeri, kâh bir çile yurdu ve “kurbet” (Allah’a yakınlık) olabiliyor. Yani ki, içimiz dışımız gurbet bizim.
“İÇİMDE DÖVÜNÜP AĞLAMA GURBET”
Fikir ve mısralarında iki gurbeti birden yaşayan ediplerin dünya hayatına eyvallah etmemesi kelimelerin gücüyle gurbete karşı dayanıklı olmaya çalışmalarındandır. Necip Fazıl’ın, annesinin vefatından sonra yazdığı şu mısralarda iki türlü gurbet duygusu vardır: “Dağlarda dolaşırken yakma kandili / Fersiz gözlerimi dağlama gurbet / (...) Yalnız annem gibi, o ılık sesle / İçimde dövünüp ağlama gurbet.”
“GURBETTEN EVLÂTLARININ DÖNMESİNİ PENCERE ÖNÜNDE BEKLEYEN İHTİYARLAR” ÂH!
Ahmet Hamdi Tanpınar, “Beş Şehir” adlı kitabını “bir medeniyete duyduğu gurbeti hissedip yazdığını, Bursa’da su seslerinde gurbeti hissettiğini” söylemişti. Erzurum Akçakale’de “gurbetten evlâtlarının dönmesini pencere önünde senelerce bekleyen ihtiyarların, her kapı çalınışında yitiğinin dönmesi umuduyla heyecanla açılan kapıların, 5-10 sene öncesinde ayrıldığı yurduna hasbelkader dönen savaş artığı insanların hikâyelerinden” duyduğu gurbet hüznü onu yüreğinden ağır yaralamıştır.
Bir şiirinde “Ayrılık var mı, gurbet var mı? / Biz beyhude yere gecikenler” diyen Tanpınar’ı ağır yaralayan bir gurbet hikâyesiyle gurbete âşina olan herkesin yaralanmasını isterim: “Bir hanın köşesinde savaş esirliğinden yeni dönen yanık yüzlü, tek kollu bir biçâre evinden çıkıp savaş gurbetinden döndüğünde oğlu, karısı, anası ve kimseyi, hattâ evinin yerini bile bulamaz. Şehri terk edip giderken o savaş artığı gurbetzedeye ‘şimdi nereye gidiyorsun’ diye sorulunca, o da ‘evlâdım nereye gittiğimi ne sorarsın. Geldiğim yeri sana söyledim, yetmez mi?”
Nurettin Topçu mistik ve tasavvufî bir bakışla, gönlümüzü kaybettiğimiz materyalistleştirilen eşya ve hayat karşısında “bin nedametle nihayet anladık. Bu dünyada belki her şeyi bulmak kolay, kendini bulmak zormuş. Kendimizi nerede bulalım? Kendi dışımızda nereye koştuksa gurbette kaldık” diyerek, denî ve süflî gurbete koşanları “merhametli” yüreğiyle “sıla” ya dâvet ediyor. Modern zamanlar öncesi (ne mutlu modernliğin idrâkleri kirletmediği o saadetli zamanlara) şairlerimizden Rasih Bey, “Yardan mehcur iken düştük diyâr-ı gurbete / Dehr gösterdi bize hicran hicran üstüne.” Diyor ki şair: Yardan ayrıyken bir de gurbete düştük ve zaman bize ayrılık üstüne ayrılık gösterdi.”
“BAZEN VATAN GURBETLENİR, GURBET TE VATANLANIRMIŞ”
Gurbetin varlığına Mehmet Âkif de katılır: “Bazen vatan gurbetlenir gurbet te vatanlanırmış / Gel artık mâsiva yok, şimdi yurdum Tanrı yurdudur”
Kemalettin Kamu’nun şarkı olarak bestelenen “Gurbet o kadar acı ki ne varsa içimde / Hepsi bana yabancı, hepsi başka biçimde / Ben gurbette değilim gurbet benim içimde” şiirini duygulanıp da kaidesiyle terennüm etmeyen var mı acaba? Onun, gurbetin hem gönüllüsü olduğunu, hem de içinde bir yara olduğunu ifade eden şu mısralarını az yâd etmemişizdir: “Bekçisiyim bu serin / Bu siyah gecelerin / Gurbetten daha derin / Bir yara yok içimde.”
---------------------------------------------------
GELENEKLİ ŞİİRİN HÂMİSİ HECE TAŞLARI DERGİSİ 5. SAYISI
Atışma gibi gelenekli şiirin son temsilcilerinden şair Tayyib Atmaca’nın Yayın Müdürlüğünde Eskişehir’de çıkan Hece Taşları Dergisi’nin (hecetaş[email protected]) 5. sayısı (Temmuz 2015) sayısı ulaştı adresimize. Divan şiirinin ileri gelenlerinden Nâbi (1642-1712) için özel sayısı yapılmış.
Derginin kapağında Nâbi’nin portresi var. “Şairlerin Hâli İçler Acısı”, “Şairlerin Sultanı Nâbi”, “Peygamber Sevdalısı Bir Şair: Nâbi”, “Geleneğin Çizgisinde Divan Şiiri”, “Dağların Türküsü”, “Ahmet Haşim’in Bir Mektubu Üzerine Düşünceler” başlıklı nesirler faydalanılması gerek ciddî tenkit ve denemelerdir. Bu sayının şair ve yazarları gelenekli hece şiiri hususunda yine hayli ısrarlı. Hece, yâni gelenekli şiiri korumakta gayret ediyorlar. Bu sayının şair ve yazarları takip edenlerin âşina olduğu isimler yine:
C. Ünaldı Hasannebioğlu Temür Melik Dedekurt, Mehmet Kurtoğlu, Ekrem Kaftan, Mahmut Topbaşlı, Hasan Akçay, Mehmet Turgut Berbercan, Hayrettin Durmuş, Mehmet Pektaş, Hızır İrfan Önder, Ali Parlak, Süleyman Pekin, Hacer Alioğlu Yakuti, Hüseyin Kaya, Murat Soyak, Ercan Hanay, Muhammed Emin Türkyılmaz, Ali Kemal Mutlu, Metin Özarslan, Hikmet Elitaş, İsmail Gül, İslam Sadıg, Emrullah Bedir, Metin Önal Mengüşoğlu
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.