Devamlı olan ameller kalpte iz bırakır
Nasıl ki kısa bir zaman şarıl şarıl akan su iz bırakmazken uzun süre damlayan bir su sert taşta iz bırakıyorsa, işte az da olsa devamlı olan ameller müminin kalbinde ve ruhunda iz bırakır ama çok da olsa devamlı olmayan amelin eseri sahibinin üzerinde zahir olmaz.
Rabbimize sonsuz ve sınırsız hamd-ü senâlar olsun ki bizleri her sene mübarek ayları karşılamak ve oruçlarıyla, namazlarıyla onu ağırlamakla müşerref kılıyor, bir sene yaptırıp bir sene terk ettirmiyor, devam, sebat ve azim veriyor, zaten amel ancak devam edilirse mûteber olur.
Yüce Veli Sehl ibni Abdillâh et-Tüsterî (Kuddise Sirruhû): “Allâh-u Teâlâ’dan başka yardımcı yoktur, Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)den başka rehber yoktur, takvadan başka azık yoktur, azimle devam edilenden başka amel yoktur” sözüyle bu hakikati dile getiriyor. Nasıl ki kısa bir zaman şarıl şarıl akan su iz bırakmazken uzun süre damlayan bir su sert taşta iz bırakıyorsa, işte az da olsa devamlı olan ameller müminin kalbinde ve ruhunda iz bırakır ama çok da olsa devamlı olmayan amelin eseri sahibinin üzerinde zahir olmaz.
ÖLÜMÜ DÜŞÜNMELİYİZ
Bu yolda devam edebilmenin çaresi ölümü ve âhireti çok düşünmektir, zira ölümü düşünenin dünyaya meyli azalır, âhirete rağbeti artar, orayı kazanmanın yollarını arar, bunun için de sâlih amelleri ve takvayı azık edinir.
Huccetü’l-İslam İmâm-ı Gazâlî (Rahimehullâh) bu konuda şöyle nasihat buyurmuştur: “Bil ki ölüm korkutucu, tehlikesi ise çok büyüktür. İnsanların ondan gafil olmalarının sebebi onu az düşünüp az zikretmeleridir. Onu ananlar da kalplerini her şeyden arındırarak temiz bir kalple değil, dünya şehvetleri ile meşgul bir kalple andıklarından, bu onların kalplerinde bir tesir meydana getirmez. Bunun çaresi, kulun gözünün önündeki ölümden başka, kalbindeki her şeyi çıkarıp atmasıdır. Bu aynen, tehlikeli bir çöl veya deniz yolculuğuna çıkacak kişinin düşüncelerini sadece bu yolculuk üzerine yoğunlaştırmasına benzer. Ölümün zikri kulun kalbine yerleştiği zaman, çok sürmez, onda hemen tesir etmeye başlar. Bunun neticesinde o kişinin dünyaya karşı keyfi azalır, kalbi onun şehvetlerine meyletmez.”
DÜNYA ZEVKLERİNİ UNUTMALI
Gördüğünüz üzere ölümü düşünmek dünya zevklerini unutturur, insana dünya sıkıntılarını kolaylaştırır, kalbi yumuşatır, bu yüzden âlimlerin birçoğu sohbet konularının ekseriyetini ölüm ve âhiret meselelerine ayırmışlardır. Çünkü bundan çok fayda görmüşlerdir.
Ömrü hayatı yemekle, içmekle, ev, arsa, araba, borsa, tiyatro, sinema, cep telefonu muhabbetleriyle geçen insanın âhiret derdi olur mu?! Olmaz. Çünkü dünya muhabbeti, dünya zevkini arttırır. Oysa ölüm konularının çokça anmak dünya zevkini keser, nitekim “Keşfü’l-kulûb” isimli eserde zikredildiği üzere büyük velilerden olan İbrahim et-Teymî (Radıyallâhu Anh) şöyle der: “İki şey benden dünya zevkini kesip attı; ölümü hatırlamak ve Allâh-u Teâlâ’nın huzurunda nasıl hesap vereceğimi düşünmek.”
KALP KATILIĞI
Kabu’l-Ahbar (Radıyallâhu Anh): “Ölümü bilen kimseye dünyanın bütün musibetlerini ve kederlerini çözmek kolay gelir” demiştir.
Ebû Hânî Eşas (Radıyallâhu Anh) anlatıyor: “Hasan-ı Basrî’nin sohbetlerine devam ederdik. Onun sohbetlerinin konusu daima cehennem, âhiret olayları ve ölümü anmak oluyordu.”
Tâbiinden Safiyye (Radıyallâhu Anhâ) anlatıyor: “Kadının biri, Hazreti Âişe (Radıyallâhu Anhâ)ya kalbinin katılığından yakındı. Hazreti Âişe ona: ‘Öyleyse ölümü çokça an, kalbin yumuşar’ dedi. Kadın Hazreti Âişe’nin dediğini yaptı ve kalbi yumuşadı. Sonra ona gelip teşekkür etti.”
TEVBE GÜNAHLARIN SABUNUDUR
Şunu bilelim ki hiç birimiz kusursuz, günahsız değiliz, mühim olan tevbe etmek, özür dilemek ve nefsi kırmaktır. Günah işlemesek ama kendimizi beğensek bu daha kötü olur. Nitekim İbni Atâillah el-İskenderî (Kuddise Sirruhû) “el-Hıkemü’l-Atâiyye” diye meşhur ve mâruf eserinde: “Alçaklık ve boyun kırıklığı îras eden bir günah, izzet ve kibir veren ibadetten hayırlıdır” buyuruyor. Bu öyle hikmetli bir sözdür ki misli yoktur. Hâlid-i Bağdâdî (Kuddise Sirruhû) da bu sözü “Risâle-i Hâlidiyye” isimli eserinde nakletmiştir.
İŞİN KOLAYI VAR
Ehl-i Beyt’in imamı Câfer-i Sâdık (Radıyallâhu Anh): “Öncesi korku, sonu özür olan her bir günah, kulu Hakk’a ulaştırır. Öncesi güven, sonu kibir olan her bir ibadet kulu Hakk Teâlâ’dan uzaklaştırır. Kendini beğenmiş olan itaatkâr aslında âsidir. Özür dileyen âsi de hakikatte itaatkârdır.” Demek ki günahsız duramıyorsak tevbesiz de durmamalıyız. Tevbe günahların sabunudur, tevbesiz ibadet sahih olmaz. Zira Allâh-u Teâlâ Tevbe Sûresi’nde: “Tevbekârlar ve ibadet edenler” (Tevbe Sûresi:112’den) âyet-i kerîmesinde ibadetten önce tevbeyi zikretmiştir. Biz bu müjdeler karşısında nasıl kayıtsız kalırız, hiç mi günahımız yok?! Varsa âhirete mi imanımız yok?! Âhirette hesapların altından kalkamayız, bugün can tende, ruh bedende iken bu işin kolayı var, ne olur af isteyelim. Bizi bağışlamak için bahane arayan eşsiz merhamet sahibi bir Rabbimiz var.
ÜÇ IRMAK
Ebû Hureyre (Radıyallâhu Anh)dan rivayet edilen bir hadîs-i şerifte Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur: “Sonra ben (Mîrac gecesi) yedinci kat semâya yükseltildim. Derken Cibrîl kapının açılmasını istedi, o zaman (benim için) ‘Bu kim?’ denildi. O: ‘Muhammed’ dedi. (O kapının görevlileri:) ‘(Göklere çıkması için) kendisine (dâvetiye) gönderildi mi?’ dediler. O: ‘Evet’ dedi. Bunun üzerine onlar: ‘Bir kardeş ve halîfe olarak Allâh onu selamlasın! O ne güzel kardeş, ne güzel halîfe, gelişi de ne güzel geliş’ dediler. (Kapıdan içeri) girdi(ğimde), birdenbire ak saçlı bir adam (karşıma çıktı) ki cennetin kapısının yanında bir kürsü üzerine oturmuştu, yanında yüzleri bembeyaz olan bir kavim, bir de suratları kapkara, renkleri de bulanık olan bir topluluk vardı. Onlar bir ırmağa vararak onda yıkandılar. Sonra ondan çıktıklarında renklerindeki bozukluğun bir kısmı arınmıştı. Daha sonra onlar başka bir ırmağa varıp orada da yıkandılar. Çıktıklarında renklerindeki bozukluk biraz daha düzelmişti.
Sonra üçüncü bir ırmağa girip çıktıklarında artık renkleri (yüzü beyaz olan) arkadaşlarının renkleri gibi sâfî olmuştu. Bunun üzerine onlar arkadaşlarının yanına oturdular. (Ben:) ‘Ey Cibrîl! Bu yüzleri beyaz olanlarla, renklerinde bir bozukluk olup ırmağa girip çıktıklarında renkleri düzelenler kimler?’ dedi(m). Cibrîl: ‘(Kürsü üzerinde gördüğün adam) baban İbrâhîm’dir ki yeryüzünde saçı ağaran ilk adam odur. Bu yüzleri bembeyaz olanlar îmanlarına bir zulüm (büyük günah) karıştırmamış olanlardır, renklerinde bozukluk olan şu kişiler ise iyi amelle kötü ameli birbirine karıştıran, sonra tevbe edip, Allâh’ın da tevbelerini kabul ettiği kişilerdir. Birinci ırmağa gelince, o, Allâh’ın rahmetidir, ikinci ırmak Allâh’ın nîmetidir, üçüncü ırmak ise: “Rableri onlara tertemiz şarap içirdi” (âyet-i kerîmesinde bahsedilen nehirdir)’ dedi.” (Beyhakî, Delâilü’n-nübüvve:2/397, 401-402; İbnü Cerîr et-Taberî, Câmi‘u’l-beyân, 14/424-435; Kurtubî, el-Câmi‘u li-ahkâmi’l-Kur’ân, 10/355-356)
YATANLARA KİM ŞEFAAT EDECEK?
Mevlânâ (Kuddise Sirruhû) bir müridinin evine gitti, adam yataklar sermiş, has döşekler sermiş, kuş tüyünden yastıklar falan… Mevlânâ bu yatar mı?! Oturuyor ders yapıyor tabi, zikir, zikir, zikir… Adamın da arkasında beklemekten canı çıktı, boynu koptu. “Efendi Hazretleri yatsa da biz de yatsak” diye düşünüyor, onun için iki de bir “Efendim çok yoruldunuz” deyip duruyor. Adam çağırdığına pişman oldu. Bu mübarekleri davet edersen sıkıntıları çekmek lazım. Onların sıkıntıları rahmettir. Sonra Mevlânâ (Kuddise Sirruhû): “Evladım biz de yatarsak bu kadar yatanlara kim şefaat edecek?!” buyurdu.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.