Saat Kaç Diye Sorma, Kaç!
Çok uzun yıllar İstanbullular Yenicami'nin önünden geçerken başlarını kaldırıp caminin biri alafranga, diğeri alaturka zamanı gösteren çifte saatine bakarlar; sonra kollarındaki veya yeleklerindeki saatleri ayarlarlarmış.
Refik Halid'den öğreniyoruz ki...
Bütün şehir o "temkinli, ihtiyatlı, gölgesine basmaktan ürken bir yürüyüşe" sahip saatlerin en doğru zamanı gösterdiğine inanırmış.
Geçtim o eski günleri...
On beş, yirmi yıl öncesi bile doğru zaman merak edilen bir şeydi.
Ne garip! Şimdi saat her yerde; doğru ve dakik. Merak eden yok! Kaçmak imkansız. Mobil iletişim cihazlarımız ve bütün dijital aygıtlarımız aynı zamanda birer saat.
Sonuç?
Müthiş bir telaş ve ruhsal yorgunluk.
Son günlerde bu köşede takvimden çok söz ettim.
Eh, başımıza musallat edilen miladi takvime göre yeni yılın şu ilk gününde de saatten söz açayım dedim.
Fakat kastım saliseleri, saniyeleri, dakikaları gözümüze sokan saat değil. (Gördünüz mü, "akreple yelkovanın dansı" gibi kalıplar bile çöpe gitmek üzere!)
Kastım içimizdeki saat!
Tabii bu terimin de bir problemi var. Çünkü "içimizdeki saat" denilince, çoğu kez biyolojik saat (sirkadyen ritim) anlaşılıyor.
Benim hatırlatmak istediğim şey ise hani "bir lahzaya bir ömrü sığdıran" tecrübelerimiz!
Belki buna "psikolojik/ruhsal saat" demek lazım.
İşin tatsız yanı şu...
Artık bizi sürekli gözaltında tutan saat kendisinin unutulmasına izin vermiyor!
Farklı zaman arayışlarımız ve tecrübelerimiz engelliyor.
Mesela, müzik dinlemek belli bir süre için de olsa saatin düzenini saf dışı etmek için mükemmel bir yol sayıldı.
Oysa artık içine vecd hali dahil olmuyorsa, bizzat müziğin kendisi zaman ölçüsü olarak kullanılıyor. Zaten müzik dinlemek için kullandığımız yolların neredeyse hepsinde dijital bir zaman sayacı işliyor. Anlayacağınız, asab bozucu bir tutsaklık!
Şurası kesin.
Hemen bütün kültürlerde saate karşı en kesin direniş mevzisi ibadetlerimiz.
O durumda saatin tiranlığına karşı vaktin şefkati ve "sonsuzluk duygusu" baskın çıkıyor. Akreple yelkovan usulca oradan uzaklaşıyor.
Bir de aşk öyle galiba...
Zanaatkarların ve çiftçilerin de hakkını verelim. Onlar da dur durak bilmeyen saate karşı şerbetliler.
Saatin akıp geçtiğini unutan bir zanaatkarla tik takların kölesi beyaz yakalı biri arasında uçurum var.
Fakat o da ne!
Yerim bitmiş ve ben yine lafımın ortasına bile gelememişim.
Sağlık olsun!
Şu notu da ekleyeyim: Meraklısı Ahmet Haşim'in 1921'de Dergah'ta çıkan "Müslüman Saati" başlıklı yazısını okumalı. Eşsizdir.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.