Cuntacılığın Kopenhag Kriteri olduğunu sandık
Çok uzağa gitmeye gerek yok, 90’lı yıllarda AB’nin Türkiye’ye ilişkin hemen bütün ilerleme raporlarında askerin ön planda durduğu, yani askeri vesayetin hakim olduğu bir Türkiye’nin AB üyesi olmasının mümkün olmadığı yazılıdır. O günlerde şiddetli bir şekilde Türkiye’nin ‘askeri demokrasi’ görüntüsünden süratle kurtulması gerektiğini tartıştık.
Çünkü Kopenhag Kriterleri’nin en temel şartlarından birisi askeri görüntüden kurtulmaktı.
1999 yılında Türkiye’nin AB adayı kabul edildiği Helsinki Zirvesi öncesi ve sonrasında hazırlanan tüm ilerleme raporlarında ordunun kurumsal ve kurumsal olmayan mekanizmalarının etkileri tartışılmış, bu çerçevede MGK’nın yapısı, Cumhurbaşkanlığı makamı, Milli Savunma Bakanlığı’nın statüsü, Genelkurmay Başkanlığı bünyesinde oluşturulan yapılanmalar, Devlet Güvenlik Mahkemeleri, ordunun İç Hizmet Kanunu ve İç Hizmet Yönetmeliği ve Genelkurmay Başkanı’nın YÖK’e üye seçme yetkisi gibi askeri görüntüler şiddetle eleştirilmiştir.
***
Sonra, Türkiye AK Parti ile birlikte siyasette yeni bir sayfa açarak aynı zamanda yeni bir demokratikleşme vizyonu kazandı. İşte bu vizyon ve değişim rüzgarı sayesinde demokratikleşme adımları hızlanmış, AB’ye uyum paketleriyle demokratik reformlar hayata geçirilmiştir. 2010 yılındaki 12 Eylül anayasa değişikliği ile de askeri vesayet görüntüsü tümüyle silinerek Türkiye’nin demokratik standartları Kopenhag Kriterleri seviyesine yükseltilmiştir.
Aslında bunları hepimiz biliyoruz. Bilinenleri tekrarladığımın farkındayım. Ancak AB’nin özellikle 15 Temmuz kanlı darbe girişimi karşısındaki pozisyonunu netleştirmek açısından AB’nin tam üyelik için Türkiye’den bugüne kadar neler istediğini bir kez daha gözler önüne sermekte fayda görüyorum.
Görüldüğü gibi AB, her on yılda bir yapılan darbelerle demokratik görüntüsü kirlenen Türkiye’nin tam üye olamayacağını söylemiş. Askeri görüntünün ön planda olduğu bir Türkiye’nin asla AB içinde yer alamayacağını ilerleme raporlarında kayda geçirmiş.
Kısacası Türkiye’nin uzun AB macerasını dikkatle incelediğimizde Avrupa Birliği’nin özellikle darbe konusundaki hassasiyetinin üst düzeyde olduğunu rahatlıkla görebiliriz.
Ancak talihsizliğe bakın ki, Türkiye’nin kanlı bir darbe girişimine maruz kaldığı 15 Temmuz gecesi AB’nin bütün Kopenhag Kriterleri yerle bir olmuştur.
Öyle ki, o gece AB’nin bütün ezberlerini, kriterlerini unuttuğunu ve bir gecede cuntacılığın Kopenhag Kriterleri haline geldiğini sandık.
Böyle bir şey olabilir mi?
Elbette olamaz ama oldu, yıllardır demokratik değerlerin her şeyden üstün olduğunu savunan, askeri demokrasilere karşı ciltler dolusu raporlar hazırlayan Avrupa Birliği o gece “Acaba bu vesileyle Tayyip Erdoğan’dan kurtulabilir miyiz”gibi bir çılgınlığa kapılmış anlaşılan... Yani demokratik değerler çok da umurlarında değilmiş.
Ne yazık ki Avrupa’nın bu suskunluğu Türkiye toplumunun zihninde şöyle bir kanaat uyandırmış bulunuyor. Eğer o gece eli silahlı çapulcular başarılı olsalardı, demek ki AB temsilcileri tıpkı cuntacı Sisi’de olduğu gibi Pensilvanya’ya gidip FETÖ liderinin dizinin dibine oturmakta bir beis görmeyeceklerdi.
Yıllardır Türkiye’nin AB üyesi olması gerektiğini savunan, hala da aynı demokratik hat üzerinde olmasının ehemmiyetine inanan birisi olarak Avrupa Birliği’nin 15 Temmuz gecesindeki o trajik savruluşunu hala anlayabilmiş değilim.
Neyse ki şu günlerde Türkiye’de bulunan Avrupa Parlamentosu Dış İlişkiler Komisyonu Başkanı Elmar Brok ve AP Türkiye Raportörü Kati Piri’nin açıklamaları, o gecenin günahını telafi etmeye yetmese de AB ile ilişkilerin normalleşmesi açısından önemli bir işaret niteliği taşıyor.
Darbe girişimine karşı destek ziyaretinin neden 40 gün gecikmeli olarak gerçekleştiği şeklindeki soruyu cevaplayan Brok diyor ki: “Öncelikle, ABD Başkan Yardımcısı Biden’ın dünkü özrünü ben de tekrarlıyorum.” Bu da bir şeydir... AyrıcaBrok’un vize muafiyeti konusunda verdiği mesajların Türkiye-AB ilişkilerine yeni bir ivme kazandırabileceği kanaatindeyim.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.