Dârü’l-İslâm kurulmadan Dârü’s-Selâm kurulamaz…
Önce şu temel gerçeği zihnimize iyi kazımamız gerekiyor, diye düşünüyorum: Ülkemizde de, bölgemizde de boğuştuğumuz, bizi per-perişan eden bütün sorunlar, iki asırdır yaşadığımız medeniyet krizinin yol açtığı sorunlar.
Medeniyet krizi, özlü bir tarifle, Müslüman zihni’nin ve Müslümanca yaşama Zemini’nin çökmesi, yerle bir olmasıdır.
MEDENİYET KRİZİNİ ANLAMADAN HİÇBİR ŞEYİ ANLAYAMAZ, HİÇBİR YERE VARAMAYIZ…
Müslümanca duyma, düşünme biçimlerinden yoksun olduğumuz, yani Müslüman zihni’ni yitirdiğimiz için, yaşadığımız sorunlara Müslümanca bakış açılarıyla, Müslümanca duyarlıklarla, İslâmî kavramlarla ve ölçülerle bakamıyoruz.
Her zaman söylediğim gibi, kendi meselelerimize bile bakarken Batılı / seküler perspektiflerle bakıyoruz: Zihnimiz çağdaş hurafeler çöplüğüne dönüşmüş durumda.
O yüzden İslâm’a da, dolayısıyla Batı’ya da hakkıyla nüfûz edemiyoruz.
O yüzden karşı karşıya kaldığımız temel sorunlarımızın nereden kaynaklandığını kavrayamıyoruz.
Sonuçta, Müslüman zihnini, dolayısıyla Müslümanca algılama, duyma, düşünme ve görme biçimlerini yitirdiğimiz için her şeye şaşı bakıyor ve karşı karşıya kaldığımız temel varoluşsal sorunlarımızı bile anlamakta, algılamakta, anlamlandırmakta ve aşmakta zorlanıyoruz.
Sonuçlarını iliklerimize kadar yaşadığımız bu ikinci büyük medeniyet krizinin ikinci sonucu, Müslümanca yaşama zemininin de yok olmasıdır.
Hem Müslüman şehirler yok artık; hem de Müslüman şehrin, nasıl bir yer olduğunu, yani Müslüman hayatının, dünyasının, duyarlıklarının, zevklerinin, beğenilerinin şekillenmesinde ve sürmesinde nasıl hayatî roller oynadığını bilmiyoruz bile!
Müslümanca yaşama zemini derken sadece Müslüman şehirlerin yok olmasını kastetmiyorum: Müslüman yaşayışını mümkün kılan ailenin / ev’in, mahallenin, ülkenin, medeniyetin kısaca Müslüman mekânının, hayatının ve dünyasının bütünüyle yok olmasını kastediyorum.
MÜSLÜMAN DEVLETLER YOK, SEKÜLER VE BATI-GÜDÜMLÜ TOTALİTER DEVLETLER VAR
Zihnimiz, Müslümanca işlemiyor…
Zemin’imiz, İslâmî temellerden bütünüyle kopuk…
Ev’imiz, mahallemiz, şehrimiz, ülkemiz, medeniyet / ümmet coğrafyamız, fiilen seküler/ Batılı tarzların, duyarlıkların ve dünyanın işgali altında. Üstelik de, bu batılı tarzlar, duyarlıklar, kısacası kültür, Batı kültürünün posası çıkmış, en sığ, en yoz, en kimliksiz, en zevksiz ve kişiliksiz örnekleri.
Müslüman zihni ve Müslümanca yaşama zemini çöktüğü için medeniyet gökkubbemiz çöktü, medeniyet coğrafyamız işgal altında.
O yüzden İslâm dünyası dediğimiz “dünya” aslında İslâm’ın değil Batılı emperyalistlerin şekillendirdiği bir dünya; “İslâm dünyası” dediğimiz zihnen ve fiilen işgal altındaki bu dünyada Müslüman halklar var ama Müslüman devletler yok.
İşgal altındaki İslâm dünyasındaki devletler, hem fiilen hem de zihnen Batılıların kontrolünde nefes alıp veren ya seküler ya da totaliter devletler. Türk devleti seküler, Suud devleti totaliter. Ama ikisi de bağımsız değil. İkisi de İslâmî ilkelerden, temellerden uzak devletler.
Hâl böyleyken, İslâm dünyasının, zihnen yeniden Müslümanlaşmaya, yaşadıkları zeminleri silbaştan müslümanlaştırmaya ekmek kadar su kadar ihtiyacı varken, yeni (güdümlü) devletçilerin kurulması, sınırların emperyalistler tarafından yeniden çizilmesi, yaşadığımız sorunları kangrene çevirecek, iyice içinden çıkılmaz hâle getirecek, daha da vahimi, bizi birbirimize düşürecektir.
MEDENİYET YOLCULUĞUNUN TEMELİ: MÜSLÜMAN ZİHNİ VE MÜSLÜMANCA YAŞAMA ZEMİNİ
İslâm dünyasının, daha fazla parçalanmaya değil toparlanmaya, bütünleşmeye, emperyalistlerin zihnen ve fiilen işgal ettikleri coğrafyamızı ve zihinlerimizi İslâmileştirmeye ihtiyacı var.
İslâm dünyasının halkları, “yeniden Müslüman Zihni’ne ve Müslümanca Yaşama Zeminine nasıl ulaşabiliriz” hayatî sorusunun izini sürmek yerine, “nasıl kendi kanton devletçilerimize kavuşuruz” ayartıcı sorusunun izini sürerlerse, felâketten felâketle sürüklenmekten ve emperyalistlerin ekmeğine yağ sürmekten başka bir şey yapmış olamazlar.
Oysa tarihî gerçek şu: Yalnızca Dârü’l-İslâm kurulduğunda, yani Müslüman zihni ve Müslümanca yaşama zemini tesis edildiğinde, sadece İslâm dünyası değil, dünya da Dârü’s-Selâm’a (Sulh Yurdu’na) dönüşmüştür.
Farklı dinlerin, kültürlerin, felsefelerin, mezheplerin, ırkların bütün farklılıklarını koruyarak yaşayabildileri bir dünyayı yalnızca Müslümanlar armağan edebilmiştir insanlığa.
Kudüs’ten Saraybosna’ya, Üsküp’ten Delhi’ye, Şam’dan Kahire’ye, Semerkand’tan Kurtuba’ya ve
İstanbul’a kadar İslâm medeniyetinin bütün kurucu ve koruyucu şehirleri, henüz aşılamamış ve anlaşılamamış, anlaşılamadığı için aşılamadığı da anlaşılamamış ama yeniden keşfedilmeyi ve insanlığa sunulmayı bekleyen muazzam ve muazzez dârü’s-selâm örnekleriyle doludur…
Tam da dünyanın böylesi bir dârü’s-selâm’a şiddetle ihtiyaç hissettiğibir zaman diliminde, Müslümanların, etnik kimliği İslâmî kimliğin önüne geçirmeleri hem kendilerinin intiharı hem de kendi ayaklarına kurşun sıkmaları anlamına gelecek büyük bir felâkettir.
Sözün özü, eğer Müslümanlar, dârü’s-selâm’a kavuşmanın yolunun dârü’l-İslâm’ın yeniden tesis edilmesini mümkün kılacak, bütün yapay sınırları yıkıcı bir medeniyet yolculuğuna soyunmaktan geçtiğini kavrayamazlar ve buna göre hareket edemezlerse, sadece bizim değil, dünyanın eşiğine sürükleneceği felâketin sorumluları olacaklarını iyi bilmeliler.
Vesselâm.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.