“Şifa kabul etmez ağır kitap hastaları”
Kendi ifadesiyle “Şifa kabul etmez derecede ağır bir kitap hastası” olan merhum Nusret Özcan’ın bu güzel hastalığını Kitap Postası dergisi Mart 2005 sayısında okuduğumda bir hayli duygulanmıştım. Anlattıklarını kitap hastası olan herkes iyi dinlesin. Hülâsası şöyle:
Alamazsam korkusuyla içini günlerce rahatsız eden kitapları borç harç satın alıp, bir aşk iştiyakıyla kütüphânesinin en seçkin yerine yerleştirince ruhen ve bedenen rahatlayan, bir el yazması eseri bulduğunda kaybolan evlâdını bulmuş gibi sevinen biridir. Kimsede olmayan bir kitabı bulduğunda benzerlerine karşı üstünlük hissettiğini söylüyor.
Şifa kabul etmez ağır kitap hastalarının yanında kendisinin onlara göre daha sağlıklı olduğunu, bu hastalığının farkına vardığında iş işten geçtiğini, hastalığının epey ilerlediğini, ama büyük bir gayretle kendisini kısmen tedavi ettiğini, artık saatlerce sahaflarda vakit öldürmediğini, yine de benzerlerinden kitap istihbaratı toplamak hastalığının tamamen iyileşmediğini, fakat eskisi gibi altından kalkamayacağı kitap borçlarına girmediğini öyle içli anlatıyor ki duygulanmamak mümkün değil.
Çevresinde bu tür hastalar çoktur. Bir kısmı dâr-ı beka’ya hicret etmiştir. Kitap hastalığına yakalananların çoğunun kendisi gibi değil, şifa kabul etmez derecede ağır kitap hastasıdır. Bunların arasında dostlarım ve büyüklerim, dediği şahsiyetler de var. Necip Fâzıl’ın “mânevî oğlum” dediği Hilmi Oflaz ağır kitap hastalığına yakalanan hürmet ettiği bir büyüğüdür. Gerçek bir kitap hastasıdır ve hâlinden de ziyadesiyle memnundur.
O zamanlar da Bâki Divanı’nın baskısı kalmadığı için bu meşhur divanı ondan ister ve o da kimseye vermediği divanı kendisine verir, fakat sıkı sık ne zaman getireceğini sorar. Kitabı ciltlettirir ve bir gün ona “Bâki Divanı’nı senden bir hâtıra olarak saklamak istiyorum’ der. “Asla!” diye cevap alır. “Sağken bir yaprak dahi alamazsın, ama öldükten sonra yağma senin olsun!” der.
Şifa bulmaz kitap hastası Oflaz’ın eski yapı yedi odalı evinin her yeri kitap doludur. Ortada sadece yatmak için yataklar var. Başka bir eşya yok. Otuz-kırk bini aşkın kitabı ve bir o kadar da dergi koleksiyonu vardır.
Her düşünceden binlerce dergiyi biriktirir, mutlaka okur. Banyodayken bile kitap okumaya çalışan biridir. “Allah bize zaman, fırsat, sıhhat vermiş, biz bu işe gönül koymuşuz. Niye okumayalım?” diyen bir kitap kurdudur.
“KİTAPSEVERLİK İLE KİTAP MANYAKLIĞI ARASINDA İNCE BİR SINIR VAR”
Keskin bir kitap sevdalısı araştırmacı Erol Üyepazarcı’nın Virgül Dergisi’nin Mayıs-Haziran 2009 sayısında anlattıkları kitap müptelâlarını dahi dehşete düşürüyor. Kendisini dinleyelim:
“Ben bir mecanın-i kütüb’üm, yâni kitap mecnunuyum, delisiyim. Kitapseverlik ile kitap manyaklığı arasında ince bir sınır vardır. Ben o sınırdayım. 29 bin kitabım var. Evimin banyosunda bile kitap var. Her tarafımız kitap. Kitap okumayı, kitap toplamayı çok seviyorum. Yarım asrı aşkın bir süredir kitap alıyorum. Bu sürede, kişisel kazancım bu kadar kitap temin etmeye elverdi. Bibliyofil olmayı öneririm ancak bibliyomanyak olmayı hiç önermem.
İyi bir bibliyofil olmak için bazı koşullar gerekir. Mesela hep bekâr kalmak gibi. Tanıdığım bibliyofil ile bibliyomani arasındaki kişilerin büyük bölümü bekârdır. Eğer benim gibi şanslı biriyseniz, çok anlayışlı bir karınız olursa işiniz kolay. Aslında internet ve Google döneminde çok kitap biriktirmenin anlamı var mı bilmiyorum. Bâzan var diyorum, bâzan da yok diyorum.
Bir önemli sorun da yer meselesi. Zavallı karım en sonunda evimizdeki ikinci banyoyu da kitaplarımı koymak için bana ayırmak zorunda kaldı. Gençlere bibliyofil ol deyip te müstakbel karılarının bedduasını almakta istemem. Zaten o mikrop kanınıza girerse tedavisi yoktur, kitap toplamaya başlarsınız.”
Kendini “mecanın-i kütüp” olarak gören matbuat tarihi araştırmacısı Alpay Kabacalı Kitap Dergisi Eylül 2006 sayısında anlattıklarıyla kitap mecnunlarını itidale dâvet ediyor.
Kitaplarla ünsiyeti sınırı aşmış vaziyette iken tedbir aldığını, kitaplarını kendi evine birkaç dakika mesafedeki başka bir eve yerleştirerek rahat ettiğini anlatıyor. “Öyle bir an geldi ki kendimi tarttım ve kitap delisi olabilirim, bir şeye fazla bağlanmak doğru değildir dedim ve önlemimi aldım” diyor ve “Mecanın-i kütüp olduğunuz vakit esir olursunuz” diyerek kitap müptelâlarına nasihatte bulunuyor.
Velhâsıl, modern zamanın çoğalttığı çeşit çeşit hastalığın yanında kitap hastalığı tehlikeli ve öldürücü müdür? Hakkaniyetle düşünmek gerek. Fakir, kitap hastalığını toplumu saran bir âfet, bir kötü hastalık olarak görmüyor. Siz ne diyorsunuz?
---------------------------------------------------
T. YAZARLAR BİRLİĞİ K. MARAŞ ŞUBESİNDE SOHBET: “MUHAFAZAKÂR İNSANIN KORKUSU, SEKÜRLERLEŞME VE ANKARA”
T. Yazarlar Birliği Kahramanmaraş Şubesinde 21 Ekim 2017 tarihinde, Balıkesir Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Mehmet Narlı ile Türk Dil Kurumu Eski Genel Sekreteri Ali Karaçalı “Muhafazakâr İnsanın Korkusu, Sekülerleşme ve Ankara” konulu sohbet ettiler.
Türkiye’de iç ve dış sıkıntıların getirdiği bunalımların iktidarlar ve muhafazakârlar üstündeki olumsuz tesirlerinin son zamanlar arttığına, modernleşmeye karşı yeteri kadar hazırlıklı olunmadığına, aslında problemli bir kavram olan muhafazakârlıkta ve hattâ “İslâmcı” addedilen bir kısım siyasîlerle bürokrat ve sivil kitlelerde sekülerleşme başladığına, bu durumun gittikçe kendine güvensizliğe dönüştüğüne dair tesbitler ve tahliller yaptılar.
Mümeyyiz vasfı şair olan Mehmet Narlı, Cümle Yayınları’ndan çıkan son kitabı “Kahire ve Paris Notları” kitabının imza gününe katıldı.
--------------------------------------------------
MUHABBET ÜSTÜNE KÜTÜK VE NAKŞI OLAN BİR ŞİİR: “SEVERDİ HOCAM”
Fikir ve Gönül Dükkânı'nın en uzun müddet kapıcılığıyla yâni dergâh çavuşluğuyla, bir başka mânada gelmiş geçmiş en hasbî ve şahbaz mes'ul müdürlüğüyle şereflenmiş, şehir göçebesi nâmıyla maruf pek aziz dost Hacı Ahmet Eralp "Severdi Hocam" adlı, hem gönlümün inşirah bulduğu, hem de kütük ve nakşı olan iyi şiir şartlarını haiz bir şiir yazmış. Gecenin sükûneti içinde defalarca okudum. Dostluk hâtıralarını anlatan ve hatırlatan her şeyden şifa bulan gönlüm âbad oldu. Asûde bir hâldeyim şimdi.
“Ağacı severdi, suyu severdi / Irmağı ve denizi severdi / Kuşu severdi; bülbülü değil yalnız / Serçeyi ve güvercini de severdi /Ağacı severdi / Çınarı, çamı, kara kuru dallarından yeşilliği salan her ağacı severdi
Balığı severdi /Gölde, ırmakta, denizde, okyanusta farketmez /
Mangal ve tavada değilse severdi balığı / Yorulmasınlar diye gelirken kendini ziyarete / Nazik bir iğneyle karaya çağırıp kucağında misafir eder / sonra tekrar salardı suya
İnsanı severdi hocam / Siyah beyaz ayırmaz / Gönlü gâvur değilse / tüm insanları severdi / Bizi severdi hocam / Türkü söyleyen söyleyemeyen, şiir okuyan okuyamayan / Varınca karşısına bir çift samimi göz ile basıverir bağrına / Okşardı başımızı, ağlata ağlata güldüre güldüre / İti bile olamasak severdi Müslümanız diye
Sevmeyi severdi hocam / Yine bir gün sevmek için çıkmıştı evinden / Çınar'a baktı hocam / Çınar hocama dedi ki: Ver yeşilini / Dedi: yeşilim gözlerinde
Suya baktı hocam / Su hocama dedi ki: Islat kurumuş gönülleri / Dedi: ferahlığım dillerinde
Kuşa baktı hocam / Kuş hocama dedi ki: Çırp kanatlarını selâmsız kalmış beldelere / Dedi: Selâmım sözlerinde
Kapıya baktı hocam / Kapı hocama dedi ki: Kır kilidini mazlum yüreklere / Dedi: Anahtarım merhametinde
Yola baktı hocam / Yollar hocama dedi ki: Sor seyyaha menzilin nere / Dedi: Cevabım dizlerinde
Bize baktı hocam / Biz hocama / Açıp kollarını dedi ki: Gelin sarılak köpekler / Dedik: gözümüz ellerinde”
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.