Kalbin halleri ve eğitimi
Gazzâlî kalbin hallerini, iyi ve kötü sıfatlarını, kötülerin yok edilerek iyilerin geliştirilmesi yoluyla kalbin eğitilmesini bilmeye “muâmele” ilmi diyor ve yönü ebedî olana dönük âhiret alimlerine göre asıl bu ilmin farz olduğunu ifade ediyor, zamanında ilim taliplerinin bu ilmi, dünyalık menfaatler uğruna terk etmiş olmalarından şikayet ediyordu.
Zamanındaki durumu şöyle anlatıyor:
Bir fıkıhçıya (fakihe) ihlası, tevekkülü, riyadan kurtulmanın yolunu sorsanız duraklar; halbuki bu ilim, kendisine farz olan ve ihmal ettiği takdirde âhirette helak olacağı ilimdir. Ona liânı, zıhârı (bunlar yemin ve boşanma hukuku ile ilgili terimlerdir), koşu veya atıcılığı sorsanız, yıllar geçse de hiçbirine ihtiyaç duyulmayacağı halde sana ciltler dolusu bilgi verebilir. Diyelim ihtiyaç duyuldu, çevrede bunları bilen bir alimin bulunması yeterli olduğu halde bunları öğrenmek için yıllarını veriyor, asıl kendine gerekli, önemli ve farz olan ilmi ihmal ediyorlar.
Onlara bu ilimlerle niçin meşgul olduklarını sorsanız size “din ilimleridir, bunları bilmek farz-ı kifayedir, bunun için yıllarımızı veriyoruz” derler; halbuki zeki kişi şunu hemen anlar: Eğer onların gayesi farz-ı kifaye emrini yerine getirmek olsaydı önce farz-ı ayn olanı öğrenirler, ayrıca daha önemli ve acil olan başka farz-ı kifayeleri öğrenmeye yönelirlerdi. Bugün birçok şehirde gayr-i Müslimlerden başka tabip (doktor) yok, fıkıh konularında gayr-i Müslimlerin tanıklıkları kabul edilmez, ama ilim peşinde olanlar mesela farz-ı kifaye olan bu tıp ilmini değil de fıkıhçıların ihtilaflarını ve tartışmalarını bütün detaylarıyla öğrenmeye yöneliyorlar, her tarafta, vaki meselelere fetva ve cevap veren sayısız fıkıhçı var; böylece fıkıh konusunda farz-ı kifaye yerine gelmiş olduğu halde din fıkıhçıları nasıl oluyor da açık ve yetersiz bulunan farz-ı kifayeler dururken bunlara izin veriyorlar!
Bunun sebebi başka değil, şudur: Tıp ilmini tahsil edip tabip olanlar bu ilim sayesinde vakıflardan beslenemez, vasiyetlerden yararlanamaz, yetimlerin mallarına el koyamaz, kadı ve hakem olamaz, akranına fark atamaz, düşmanlarına musallat olamazlar; halbuki fıkhın farz-ı kifaye olan teferruatını öğrenerek fakih geçinenler bunları elde edebiliyorlar.
Heyhat! Yazıklar olsun ki, din ilmi, kötüler yüzünden çöktü, itibardan düştü; Allah Teâlâ şeytanı güldüren, Rahmân’ı ise öfkelendiren bu gafletten bizleri korusun!
Yukarıda özetlediğim tasvirinden ve şikayetinden sonra Gazzâlî, geçmiş güzel zamanlarda İmam Şafiî, Yahyâ b. Maîn gibi takva sahibi din alimlerinin (zahir ilim sahiplerinin) Şeybân er-Râ’î, Serî es-Sekatî, Cüneyd el-Bağdâdî benzeri manevî kalb doktorlarına gittiklerini, bâtın ilmine dair bilgiler aldıklarını kaydediyor, sonra da şu önemli ifadeye yer veriyor:
Zâhir alimleri yeryüzünün ve devletin zinetidir, bâtın alimleri ise semanın ve melekût âleminin zinetleridir.
Ve kulaklara küpe olması gereken şu cümleyi de kuruyor: Kim önce hadisi ve zahir ilmi öğrenir sonra tasavvufa yönelirse kurtulur, kim de ilimden önce tasavvufa girerse kendini tehlikeye atmış olur (İhya, ‘ilim’ bölümü).
Bu ifadeler içinde yer alan bâtın ilimden maksat “muâmele ve mükâşefe” ilimleridir.
Muâmele ilmi kalbin, aklın, ruhun, nefsin eğitimidir; Peygamberimiz (s.a.) “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim” buyurmuştur, işte bu muamele ilmi de “güzel ahlak eğitimi” ilmidir. Bu ilim ve eğitim sayesinde kalbini ıslah, nefsini tezkiye, aklını terbiye eden mümin (evet, Batı’dan anlama yöntemleri devşirmeye uğraşan kafası karışıklar değil, bu mümin) Kur’ân’ı ve dini doğru anlar, perdenin arkasında olup dünya hayatında genel olarak insanlara kapalı bulunan âlemler hakkında doğru bilgilere ulaşır, madde âleminin ötesine ait sorularına tefekkür, ilham ve keşif vasıtasıyla cevaplar alır, ilmi ve imanı “yakîn” mertebelerine ulaşır, işte bu da mükâşefe ilmidir.
Gelecek yazıda Gazzalî’den bir de mükâşefe ilmini dinleyelim.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.