Arapça Kitap ve Kültür Günleri: Sessiz bir devrimin ayak sesleri...
İki asır önce gökkubbemiz çöktü: Temeller sarsıldı, sütunlar yıkıldı; İslâm dünyası, tarihinin en büyük buhranlarından birinin, belki de en büyüğünün eşiğine yuvarlandı...
İkinci büyük medeniyet buhranıydı bu.
Bunun, elbette ki, iç ve dış nedenleri vardı.
GÖKKUBBEMİZ ÇÖKTÜ AMA TESLİM BAYRAĞI ÇEKMEDİK...
Öncelikle, Modern Batı uygarlığının bütün medeniyetlerin kökünü kazıyan saldırısından biz de nasibimizi aldık: Neredeyse her şeyimizi yitirdik... Ama her şeye rağmen Çinliler, Hintliler, Japonlar gibi teslim bayrağı çekmedik...
Sömürgecilere karşı destansı bir direniş mücadelesi verdik.
Çinliler, Hintliler, Japonlar bütün direnç noktalarını da yitirdikleri için, insanlığın o derinlikli, soylu, çaplı medeniyet birikimlerini hem yenileyemediler hem de koruyamadılar.
Biz de, müslümanlar olarak, bizim devâsâ medeniyet birikimimizi yenileyemedik ama fosilleştirilmesine, yok edilmesine izin vermedik...
Direndik...
Topraklarımız işgal edildi, kaynaklarımız talan edildi, İslâm dünyası paramparça edildi ama İslâm’ın dönüştürülmesine karşı iyi-kötü mücadele ettik...
Bu mücadele sürüyor hâlâ!
Şundan hiç şüphem yok: Daha önce de zaman zaman dikkat çektiğim gibi, İslâm, 21. Yüzyılı belirleyecek; 22. Yüzyıl İslâm’ın yüzyılı olacak inşallah...
Bu iş, elbette ki, kolay olmayacak.
Zorlu, yorucu ama umut ve ufuk sunacak verimli bir direniş, diriliş ve varoluş yolculuğu bizi bekliyor...
İslâm dünyasının toparlanabilmesi, ayağa kalkabilmesi, insanlığın önünü açacak bir yolculuğa önayak olabilmesi, her zamankinden daha fazla imkân dahiline girecek önümüzdeki on yıllarda...
Böylesi bir yolculuk zor ama imkânsız değil.
İnsanlığın önünü açacak hakikat, adalet ve hakkaniyet medeniyeti yolculuğunu bizden başka yapabilecek aktörler kalmadı: Bütün diğer medeniyetler, metamorfoz yedi / başkalaştı, mutasyona uğradı / ruhlarını yitirdi.
İslâm medeniyeti, bedenen / fiilen çöktü ama ruhen canlılığını sürdürüyor; kurucu kaynaklarını koruyor, direniş ruhunu koruyor, diriliş ve varoluş yolculuklarının nasıl gerçekleştirilebileceği üzerinde kafa yoruyor...
Bunları söylerken, şu aşamada, İslâm dünyasını harekete geçirecek, dünyaya umut ve ufuk bahşedecek çapta güçlü bir fikir hareketinin varlığından elbette söz edemeyeceğimizi söylemek bile gerekmiyor...
Ama Batı uygarlığının felsefî olarak tıkanması, diğer medeniyetlerin mezarını kazması, insanlığın önünde müslümanların ortaya koyacakları fikrî atılımdan başka bir seçenek bırakmadı...
Bunu Batılılar, Batılı düşünürler görüyor ama biz zihnî felçleşme yaşadığımız için göremiyoruz...
İnsanlığın önünde İslâm’ın dışında başka bir çıkış yolunun kalmadığını görebilirsek, ilk adımı atmış oluruz.
DÜNYANIN VE BİZİM SORUNLARIMIZI DOĞRU TEŞHİS ETMELİYİZ...
Bu süreçte atılması gereken bir kaç köklü adım var...
Birincisi, içinde yaşadığımız çağı, enlemesine ve boylamasına, bütün imkânlarıyla ve zaaflarıyla felsefî olarak çok iyi tanımak zorundayız.
Her zaman söylediğim gibi, içinde yaşadığınız çağı iyi tanıyamazsanız, tanımlanırsınız. Tanıyamadığınız bir çağı değiştirme iddiasında bulunamazsınız.
Tanıdığınız zaman, tanımlamaya başlayabilirsiniz... Yoksa havanda su döversiniz, bu dünyaya hiç bir şey söyleyemezsiniz...
İkinci olarak, başkalarının kavramlarıyla kendi dünyanızı kuramazsınız... Yeni bir dünyayı ancak kendi kavramlarınızla kurabilirsiniz...
Peki nasıl olacak bu iş?
Önce dünyanın, sonra da bizim coğrafyamızın temel varoluşsal sorunlarını görebilme, tanımlayabilme çabası ortaya koyabilmeliyiz.
Batı uygarlığı, hem kendisini hem de dünyayı ontolojik bir felâketin, yokoluş serüveninin eşiğine sürüklüyor...
Nietzsche’nin pasif ve aktif nihilizm diye ikiye ayırarak bir asır önce haykırdığı nihilizm felâketi bu.
Bu, ayrıca ele alınması gereken bir yazı konusu.
Sadece şu kadarını söyleyeyim: Tanrı fikri yitirildi, hakikat fikri yitirildi, tabiat delik deşik edildi, dünya cehennemin eşiğine sürüklendi...
Müslüman toplumlar, üç büyük sorun yaşıyorlar: 3 Z formulü olarak adlandırıyorum bunu.
Birincisi, Müslümanca duyma ve düşünme melekelerini kaybettiler. Yani Müslüman Zihni’ni yitirdiler...
İkincisi, Müslümanca yaşama Zeminlerini kaybettiler.
Üçüncüsü, hayat ruh üfleyen, hayatın her alanına sinen Müslüman Zamanı’nı yitirdiler...
İNSANLIĞIN ÖNÜNÜ“BİZ” AÇABİLİRİZ YALNIZCA...
Şu ân bu üç temel varoluşsal mesele üzerinde derinlemesine kafa patlatmak zorundayız...
Bu konuda kat edeceğimiz mesafe, sadece bizim değil dünyanın önünü açacaktır...
Bunun için asırlık eğitim, düşünce, sanat kurumlarına ihtiyacımız var.
İlim, fikir ve ruh atılımına yani...
İşte İstanbul’da Haşimî Yayınları’nın öncülüğünde, Türkiye Yazarlar Birliği, Albayrak Medya gibi kurumların desteğiyle üçüncüsü düzenlenen Arapça Kitap Ve Kültür Günleri, bu atılımın tohumlarını ekiyor, sessiz ve derinden ilk defa...
Arapça, Kur’ân’ın dili; medeniyetimizin ruh köklerinin dili.
Arapça olmadan hiçbir şey yapamayız. Türkçeye derinliğini kazandıran Kur’an Arapçasıydı...
Dil Devrimi’nden sonra Türkçe’nin İslâmî ruh kökleri kurutuldu.
Sosyal medyada “ne işimiz var Arapçayla, Arapçadan bize ne?” gibi sarsak tepkiler verildi fuara.
Bu tepkiler, söylediklerimi doğrulamaya yarıyor sadece...
Dilimiz çeviri, konuşmalarımız dublaj, fikir, sanat ve kültür dünyamız ve hayatımız Batı’dan montaj olunca, nasıl yıkıcı, yok edici bir zihnî felç geçirdiğimizi görmemiz, elbette ki, zor olacaktır.
Sadece şunu söyleyeyim son olarak: Fransızcadan, Almancadan, İngilizceden Grekçe ve Latince kelimeleri çıkarın, bu diller biter, ortada Fransızca, Almanca ve İngilizce diye bir şey kalmaz...
Grekçe ve Latince, Batı uygarlığının kök dilleridir çünkü.
Kur’an Arapçası da bizim medeniyetimizin kök dilidir; Türkçe’nin ruh kökleri Kur’ân Arapçasından gelir...
Şunu aslâ unutmayacaksınız: Köklere inemezseniz, göklere yükselemezsiniz.
22 ülkeden 55 yayınevini, 300’den fazla ilim, fikir adamı ve yazarı bir araya toplayan, müslümanların temel varoluşsal sorunlarını konuşan, tartışan böylesine güzel bir sessiz devrime imza atan kardeşlerimi yürekten kutluyorum.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.