Ali Hocam yazısı
Ali isminin çağrışımı her insan ve cemiyette farklı olabilir. Kimine göre bir mübarek zâtın, bâzısına göre bir gönül dostunun ismidir. Bazen de gönülden bağlanılan sâhil-i selâmet âlim ve fâzıl bir kişidir. Hz. Peygambere ümmet olmuş, İslâm medeniyetinin içinde erimiş Türk, Kürt, Arap, Acem, Pakistanlı, Afganlı, Mağribli ve Habeşli olarak Ali isminde insanlar vardır. Herkes bir cihetten Ali ismindeki kişilere bir ünsiyet ve bir kurbiyetle bağlıdır.
Malûmdur ki, Ali isminin necip milletimizde ilim, irfan ve fazilet sahipliği bakımından isim ve sıfat olarak nice değeri vardır. İlk dönem Müslüman ceddimizden neşet eden Ali isminin hususiyetlerine gönül bağı vardır milletimizin. Bu millet Ali ismine meftundur. Sâlih ameliyle temayüz etmiş Ali ismindeki her kişiye meftun olunabilir, yakınlık duyulabilir.
Hz. Ali Efendimiz’den başlar bu sevgi ve ta’zim. Mescid-i Haram’ın kırk yedi giriş kapısından biri de “Ali Kapısı”dır. Ali ismi, ilmin ve sadâkatin kapısı olarak O’nun yüce şahsiyetinde sembolleşmesiyle ümmet mensupları, mürüvvet sahibi olsun, Ali gibi cömert ve murtaza olsun, âliabâ’nın ve ehlibeyt’in mânevî sulbünü taşısın, faziletli, haysiyetli ve ilim sahibi olsun diye çocuklarına Ali ismini koymuşlardır. O’nun mübarek vasıflarından dolayı “cömertlikte Ali’sin sen” mânasında sayısız mısralar yazılmıştır.
Ali isminin dinimizden ilham alan edebî köken ve mânalarını yâd etmek istiyorum. Âli: Ululuğu, yâni yüceliği ve seçkinliği olandır. Bu isim ve mânaya bağlı birçok güzide sıfatlar ehl-i irfan sahibi ve mübarek şahsiyetlere atıf yapılmıştır: Âlibaht: Talihi yüksek, Âlicâh: Yüksek rütbeli, Âlifıtrat: Yüce yaradılışlı ve güzel huylu, Âligüher: İtibarlı ve değerli, Âlihimmet: Çok iyiliksever ve yüce himmetli, Âlimekân: Yeri ve rütbesi yüksek olan, Âlinazar: İleri görüşlü, Âlinesep: Soylu, Âlişan: Şan ve şerefi yüksek, Âlikadir: Kıymeti yüksek, Âlitebâr: Mübarek soylu, Âlicenap: Yüksek karakterli, haysiyetli, cömert ve küçüklüğe meyli olmayan.
Ali ismine meftunluğumun, İslâm akaidi ve ehl-i sünnet dışına çıkmış bâzı âdet ve anlayışları olan belli bir toplulukça özünden uzaklaştırılan anlayışla alâkası yoktur. Bu hâl içerisinde büyük gönül dostum âlim ve ârif insan Ali Hocam’ın şahsiyetinden ve dostluğundan mülhem bir dost yazısı yazmaktır maksadım. Tarihten bugüne şiir ve türkülerimizde Ali isminin tedaîleri, bu isimle yapılan tamlamalar ve sıfatlarla yapılan yüceltme duygularının gönüllerdeki tesirini öğrendikçe düşündüğüm yazının değeri daha da büyüdü.
İsmi Ali olan her insan mutlaka iyi ve güzel yaratılışa sahiptir şeklinde dogmatik bir anlayış içinde değilim. Üstad Necip Fazıl’ın ifadesiyle, “İstiklâl Mahkemelerinin reislerinden Kel Ali, Kılıç Ali, Necip Aliler... Ali isminin mânada ve kelimede delâletine ters tarafından mazhardır.”
“ALİ GİBİ ER GEREK İŞBU SIRRA ERESİ”
Ali isminden gâyem, derûnumda fikirli ve irfanî izler bırakan, karakter âbidesi olarak yaşayan Ali Hocam’ın yürekten kuşatıcı dostluğudur. Hep ona benzemeye, onun meziyetlerini kuşanmaya çalışırım. Yüreğimde daima ona meftuniyet ve imrenme vardır. Fakirin onun makamına erişmesi ne haddine. Yunus Emre Hz.lerinin dediği üzere: “Yürü, var ebkem ol ey ne sâlûsluk satarsın? / Ali gibi er gerek işbu sırra eresi.”
Diyor ki: Sen daha hamsın, ilim ve irfan sahibi değilsin. Vakti gelmeden konuşma, dilsiz ol (ebkem), irfan yolunun müdavimliğinde sebat et. Tâ ki, o dost gibi irfan ve hakikat sahibi olana, yani sırra erene kadar. O ulu kişi, bu mısralarıyla şakirtliğimi pekiştirmemi istiyor. Eyvallah.
“BEN TELLÂLIM PAZAR BAŞIM ALİ’DİR”
Bin yıllık ruh ve mânamızı nağmelendiren türkülerimiz ve ağıtlarımızın yanında tekke edebiyatımızdaki miraciye ve mersiyelerde Hz. Ali Efendimiz’in mâneviyatından başlayan gelenekle Ali ismine atıflar yapılır: “O cihanda bu cihanda / Ali’ye saydılar bizi”, “Ali’yi gördüm Ali’yi” ve “Ali imdadıma gel yetiş” gibi türkü sözlerinin yanında “Derdimi desem Veliye / Derdimden döndüm deliye / Neler ettiler Ali’ye / Gam yeme gönül gam yeme” gibi Ali üstüne söylenmiş türküler, fakiri pek mahzun eder.
“Aynaya baktım Ali göründü gözüme” sözünü, ehl-i sünnete ters düşmeksizin vecdle söyleyerek manevî bir hoşnutluk duyarım. Sezai Karakoç’un “Çocukluğum” başlıklı şiirini Ali ismi geçiyor diye coşkuyla okurum. “Babamın uzun kış geceleri hazırladığı cenklerde / Binmiş gelirdi Ali bir kırata / Ali ve at gelip kurtarırdı bizi darağacından / (...) Çocuklarla oynarken paylaşamazdık Ali rolünü / Ali güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar kahraman / Ali olmaktan bir sedef her çocukta.”
Üstad Necip Fazıl’ın “Bir idamlık Ali vardı / Kaydını düştüler mühür basıldı” mısralarına gelince kalbim sıkışır ve rahatsızlanırım. Nerede bir ilim ve irfan aşkından kemâle ermiş karakter âbidesi birini tanısam; hangi yörede yetim ve garip sıfatını taşıyan bir gönül insanı görsem, isminin Ali olabileceği inancı var içimde. Köy ve kasabalarımızda adını sorduğum birçok ihtiyar ve eski zaman adamlarının adlarının çokça “Yetim Ali”, “Garip Ali” olduğunu öğrenince yüreğim sızlardı.
Büyüklerimiz anlatırlardı, Anadolu’da babası Yemen Harbine gittikten sonra doğan oğlan çocuğuna, babası dönsün veya dönmesin “Yetim Ali” ismini koyarlarmış. Birçok ismin başında ve önünde hep Ali ismi çıkar karşımıza. Ali Osman, Ali Haydar, Ali Kemal, Mehmet Ali, Hacı Ali, Hasan Ali gibi nice isimlerimizin ahenk ve hecesine “Ali” sesi hâkimdir.
Bütün bu insan manzaralarıyla bütünleşen gönlüm, Ali Hocam’ın dostluğundaki mânaya doğru yöneldikçe daha bir kavîleşiyor. Yalnız iyi meziyeti anlatamaz onu; güzel dost, ince dosttur o... Aynasında kalp huzurunu ve iki dünya hayatımın dengesini bulduğum efendi dosttur. Efendi kelimesi tek başına onu ifade etmeye yetmez. Süssüz, şöhret âfetinden uzak bir âlim ve dervişidir. Bir şair dostumun dediği gibi: “Hem aşktan gelmiş, hem kitaptan…”
Akıcı, sarih ve sâde bir üslûbu vardır. Derûna işleyici, sakin, vakarlı ve itimat telkin eden bir sesle konuşur. Sohbetlerde durduk yere söze karışmak âdeti yoktur. Mevcudiyetiyle, sükûtu ve bakışlarıyla da bulunduğu meclisi doldurur. Sohbetlerinde kelimeler ve cümleler, “hendesî bir disiplin içerisinde” birbirine boşluk yapmadan bağlanarak zengin fikir ve mânalardan örülü bir metin meydana getirerek âsudeliğin ve vakarın fikirle terkipleştiği bir ahenk oluşturur. Sarahat ve selâset ihtiva eden sohbetlerinde boş ve klişe sözler duyamazsınız.
İLMİNİ VE İRFANINI HAYATLAŞTIRAN İNSAN
Asırlardır cemiyetimizde önder olarak iki türlü insan tipi hep var olmuştur: “Değerliler” ve “Önemliler.” “Değerliler”, bizzat kendi varlık ve meziyetlerinden dolayı ortaya koyduklarıyla bütün insanlığa faydalıdırlar ve geçici değildirler. İrfanımızda bu tipe insan-ı kâmil denir. “Önemliler” ise sadece rütbelerinden ve atanmışlıklarından dolayı devletten geçinen ve oradan sağladıkları yetkiyle hükmeden bürokrat, asker vb. zümredir ki, bu sâyede kendilerini “önemli” olarak cemiyete dayatırlar. “Önemlilik” geçicidir ve ondan insanlığa bir şey kalmaz. O dost, ilminden ve şahsiyetinden herkes istifade ettiği için “değerlidir.”
“Kabusnâme” adlı kitapta faydalı insan şöyle târif ediliyor: “Hüner artırmak, güher (cevher) artırmaktan yeğdir. Güher, insanın aslında (yaratılışında) var olan öz, asâlettir. Hüner ise sonradan çaba ile kazanılandır. Hünerden herkes faydalanır.” O dost hem hüner, hem de güher sahibi bir şahsiyettir. Bu mânada yine iki tür insandan bahsedilebilir: “İnşa Edici” ve “Etkileyici.”
“İnşa Edici”, sahasında ortaya koyduğu ve ürettiğiyle insanın halihazır durumunu sürekli yukarıya, yâni iyiye doğru yükseltir. Bunu yaparken sosyal ve ilmî rütbesini kendinden önce etrafa salmaz; diliyle, sûretiyle hiçbir tesir metodlarına ve albeniye başvurmaz. Bu vasfın irfanımızdaki diğer adı “Muhsin’dir.” Yâni ilmiyle, irfanıyla birlikte “etraf yapan, hayatlaştıran ve medeniyetleştiren...” “Etkileyici” ise, müsbet olmasına rağmen ortaya koyduklarıyla şimşek gibi çakar, yıldız gibi parlar ve gerçekten bir an veya bir müddet cezbeder, karizma ve hoşluk yayar. Fakat bir süre sonra etkileyiciliği kaybolur ve verdiklerinden pek bir şey kalmaz ortada.
Tasvir ve târiflerimdeki indî bakış ve hatâdan Allah’a sığınarak söylerim ki, o dost bütün hâl ve vasıflarıyla İnşa edicilerdendir. Âlim olduğunu belli etmez ve göstermez. Faydalı olacağını bildiği anda ve yeri geldikçe ilminden verir. Asla ilim ve fikir adamlığını kibir ve üstünlük vasıtası yapmaz.
Ali Hocam bütün bu ahlâk ve faziletine rağmen görünmek değil, olmak peşindedir. Olmadan görünen âllâmelerden değildir. Bâzı âlim, şair, fikir erbabı yazdıkları ve anlattıklarıyla takdir edilir, faydalanılır, fakat sevilmez. Bâzıları da bu hususlarına rağmen ortalıkta görünmez, fakat çok sevilir. İlminin ağırlığı ve yazdıklarıyla takdir toplayıp sevilmeyen insan da var, sevilen de...
Bir yazarın ifadesiyle “Kendini sevdirmeye çalışmayan, sevilmeye bırakan” hayırlı bir dosttur Ali Hocam. Hem âlim ve ârif vasıflara sahip olmak, hem de bütün insanî veçheleriyle sevilmek ne büyük saadet, ne büyük kazanç. Kalbimin ve gönül dostlarının şahitliğiyle ifade ederim ki, Ali Hocam hem sevilen, hem ilmiyle takdir toplayan vasıflara sahiptir. Yaptıklarının, bildiklerinin karşılığını istediği vâki değildir. Ahlâklı bilinmeye, imtiyazlı olmaya ait tek bir an ve fiil görmedim hayatında. Dostlarının, dostluğuna inandığı insandır o. Dost bir ses, inandıran bir kelâm.
İlim ve irfan erbabının hususiyetlerinin onda meczedilmiş olduğunu anladıkça, yanında malâyanî konuşmalardan edep ederek uzak durmayı öğrendim. Kalplerimizi tezkiye edici sohbet ve yazılarında bize ait bilgiyi nasıl kullanacağımızı da öğreterek hayatımız ve medeniyetimizle irtibatlandırır hep. Onun münevver, mûtena, tedbirli, disiplinli, azimli, mutedil, muteber, mütefekkir, mümeyyiz, müeddep, muvakkit, cömert ve hayır söyleyen dili ve amelleri sayesinde bu fakirle dostları istikametlerini “hâl adamı” olmaya doğru çevirmişlerdir.
Merhametsiz ve maddeci dünyanın birçok değeri yıktığı bir zamanda onu dinledikçe kendi içimizde yeniden doğduk. Şâkirtlerinden İsmail Göktürk’ün mısraları bir bakıma derûnumuzu ifade ediyor: “Bunca yıl kapındayım, yine ağyarım Ali / Nâçârım, eşiğinden geçmedi âhu zârım Ali.”
EZELDEN ÂŞİNA BİR DOSTLUK
“Kişi, dostunun dini üzeredir” buyuruyor bir hadis meali. Onunla olan dostluğum sınırlı sorumlu ve gâyeli değildir. Gâye tamam olunca sona eren dünyalık bir dostluk değildir. Dücane Cündioğlu, muhabbet (sevgi) duygusunun “üç amacından” bahseder: “Haz, fayda ve iyi. (...) Tek başına hazza duyulan muhabbet, tez gelip tez gider. Buna mukabil menfaate yönelik muhabbet, geç gelip tez gider. İyiye düşkün kimsenin muhabbeti ise, özü gereği tez gelip geç gider.”
Fakirin muhabbeti şüphesiz “iyi” mertebesinde olup, dahası onunla olan dostluğum kalûbelâ’da başlayan inanışın ve meşrep birlikteliğinin oluşturduğu cezbe hâlidir ki, hiç bitmeyen bir dostluktur bu. Ezelden bir âşinalıktır. Bütün inancımla söyleyebilirim ki, âcizane hayatımı “Ali Hocam’dan önce, Ali Hocam’dan sonra” diye ayırabilirim. Ali Hocam’dan evvel hamdım. Ali Hocamdan sonraki hayatımda onun kazanında fikirleriyle, ahlâkıyla pişmeye devam ediyorum.
Sükûnetin, ferahlığın, emniyetin ve huzurun vücut bulduğu bir insandır. Ehl-i irfanın sözüdür: “İnsan kendini insanda bulur.” Fakir de kedini Ali Hocam’da bulur. O, kendimi görmeye çalıştığım aynadır. Onunla dostluğum aynı zamanda lisanî ve meşrebîdir. Yâni onun künhüne vakıf olup gösterdiği dil kapısının müdavimi olmak ve bu kapının icap ettirdiği her meşgûliyeti tâlim etmek...
Dışarıdan bakanlar fakirin muhabbetinin sınırlarını fazla geniş bulabilirler. Allah şahittir ki, ona olan muhabbetimin hiçbir safhasında asla riya yoktur. Tasavvuf erbabı Tuğrul İnançer’in ifadesiyle “Hürmette riya olur, muhabbette riya olmaz.”
Haddimiz olmayan çok yüksek bir teşbih olacak ama, Fatih Sultan Mehmed’in, hocası Akşemseddin için söylediği “onunla aynı çağda yaşamak…” sözünü, yüreğime ve inancıma dayanarak söylerim ki, Ali Hocam’la aynı zamanda yaşadığıma ve onun fakirle arkadaşlık ettiğine seviniyor ve Yaradan’a şükrediyorum.
Bütün dâvam Ali Hocam’ın yüreği, ahlâkı ve irfanıyla bütünleşmektir. Bu milletin kurtuluşu için Ali Hocam’lar çoğalmalıdır.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.