Yürüdüğün yol kadar değil, aldığın mesafe kadarsın...
Evet, yürüdüğün yol kadar değil, aldığın mesafe kadarsın...
Yazının başlığına taşıdığım bu cümle, sadece insantekinin bu dünyadaki yolculuğu için değil, toplumların ve insanlığın yolculuğu için de aynen geçerlidir.
Ama yürümeden mesafe alınmaz.
Yola çıkmadan, yol da alınmaz, yol da olunmaz tabiî ki.
MAKALEYİ SESLİ DİNLEMEK
İÇİN TIKLAYIN
Nihâî hedef, yol olabilmektir, elbette ki; insanteki olarak ve toplum olarak bizim, insanlık olarak da hepimizin önünü açacak emin bir güzegâh oluşturabilmek ve “yol feneri” olabilmek...
ÖNCE YOL HARİTASI...
Burada kurduğum cümleler, hayalî, ayağı yere basmayan cümleler gibi gelebilir, ilk bakışta.
Ama tam da izlenmesi gereken, izlendiğinde hayatımızı anlamlı kılacak, daha yaşanabilir bir hayat ve dünya kurmamızı sağlayabilecek bir yol haritasından sözediyorum.
Bu yol haritası, yalnızca bizde var; biz müslümanlarda: Müslümanlığının şuûrunda olan, hiç bir kınayıcının kınamasına aldırmadan, yalnızca hakikatin izini sürme cehdiyle nefes alıp veren, insanlığın yükünü omuzlarında taşıdığı bilinciyle yaşayan Müslümanlarda.
Nerede bu Müslümanlar, diye sormayın lûtfen.
Bu soruyu soracağımıza, yola çıkabilecek, her dâim yolda olabilecek ve Allah’ın lûtfu, keremiyle, bizim samimiyetimiz ve basiretimizle yol olma’mızı sağlayabilecek kıvama nasıl gelebiliriz, diye soralım kendi kendimize...
Ama yazının başında kısaca özetlediğim yol haritası olmadan bu soruları da soramayız elbette.
İNSANIN DURUMU...
İnsanın durumuna, dünyanın karşı karşıya kaldığı manzaraya biraz yakından bakalım, burada söylediklerim çerçevesinde...
Batılılar, Rönesans, Reformasyon, Bilimsel Devrim, Aydınlanma devrimleri, Siyasî Devrimler ve nihayet, -dördüncüsünü yaşadığımız- iktisadî devrimlerle 16. yüzyıldan itibaren, bildiğimiz tarihin akışını değiştiren muazzam ama çalkantılı, heyecanlı ama inişli-çıkışlı bir yolculuk gerçekleştirdiler. Ve bütün dünyayı, önce fiilen, sonra geldiğimiz nokta itibariyle de zihnen / kültürel olarak sömürgeleştirdikleri, dolayısıyla bütün dünyayı kendilerine benzettikleri için, gerçekleştirdikleri yolculukla başdöndürücü bir yol yürüdüler ama ne verdiler insanlığa, ne kadar mesafe katettiler, insanın insanca bir hayat sürdürebilmesi çabasında?
Bu sorunun cevabı, son bir asırdır tanık olduğumuz üzere, ne yazık ki, negatif: Dünyayı cehennemin eşiğine getirip bıraktılar...
Gücü, güç üreten araçları kutsadılar...
“Güçlü olanın haklı olduğu” sapkınca bir ilkenin hâkim olduğu Darwinyen orman kanunlarıyla dünyayı yaşanılamaz bir arenaya çevirdiler...
Batılıların, gerçekleştirdikleri heyecanlı yolculukla, aldıkları ürpertici mesafe arasında büyük ve ürpertici bir uçurum var, görüldüğü üzere...
Münhasıran bilim ve teknolojide katedilen mesafe, niceliğin hükümranlığından, insanlığın araçların kölesi hâline getirilmesinden, ruhunu yitirmesinden, dünyanın da, insanın da çöle dönüşmesinden ibaret sadece...
ASLOLAN YÜRÜMEK DEĞİL, MESAFE KATEDEBİLMEKTİR...
Bize, biz Müslümanlara gelince...
Müslümanlar, iki asırdır, tarihlerinin en büyük krizini yaşıyorlar: Tarihte, daha önceki dönemlerde yaşamadıkları büyük bir zihnî (“epistemolojik”) kırılma ve varoluşsal (“ontolojik”) kopuş bu.
Müslümanlar, (bütün bu zorlu tecrübelere, onca işgale, kana, gözyaşına rağmen) teslim bayrağı çekmediler bir Çin, bir Hindistan, bir Japonya gibi.
Ya da bir Latin Amerika medeniyetleri gibi topyekûn yok edilemediler Batılı sömürgeciler tarafından...
Direndiler...
Sömürgecilere, emperyalistlere karşı destansı direniş mücadeleleri verdiler...
Büyük bir kriz yaşıyoruz elbette ki: Bütün krizlerin aynı zamanda hem bir imtihan hem de bir imkân olduğu hakikatini en iyi Müslümanlar ortaya koydular -bütün o büyük yıkımlara, işgallere rağmen...
Müslümanlar direndiler, direnmeye de devam ediyorlar...
Fakat durup kendilerine sormaları gereken yakıcı sorular var: Bütün bu direnme çabalarına rağmen küresel kapitalist-seküler sistemde bir gedik açabildiler mi?
Bu soruya kolayca evet ya da hayır diye cevap veremeyiz...
Ama cevabını vermemiz gereken asıl soru, yazının başlığına çektiğim cümlede gizli olan soru: Direndik, onca yol yürüdük de, önümüzü, zihnimizi, kalbimizi açacak, insanlığın önünü açacak ne kadar mesafe katettik acaba?
Bu soruyu her dâim sormak zorundayız.
Meselemizin sadece yürümek olmadığını, asıl meselemizin mesafe katedebilmek olduğu şaşmaz gerçeğini unutmamalıyız...
Yürüyeceğiz... Ama istikametimizi terkedip terketmediğimizi sürekli kontrol edeceğiz...
Direneceğiz... Ama direnişimizin, bizim dirilişimize ne kadar imkân tanıdığı gerçeğini hiç bir zaman gözardı etmeyeceğiz...
Aslolan yürümek değil, aslolan mesafe katedebilmek...
SİSTEME EKLEMLENMEK DEĞİL SİSTEMİ DÖNÜŞTÜRMEK VE AŞMAK...
Başka bir deyişle, açıyı kaybedip kaybetmediğimizi, istikametimizi yitirip yitirmediğimizi, seküler-kapitalist sistem tarafından dönüştürülüp dönüştürülmediğimizi her dâim kontrol etmemizi sağlayacak bir “mekanizma” kurabilmeliyiz.
Sözün özü: Siyasaya, piyasaya ve dünyaya teslim olmamaya, aksine, siyasayı, piyasayı ve dünyayı teslim almaya bakarsak, yeni bir dünyanın inşası rolünü biz yerine getirebiliriz yeniden.
Eğer siyasaya, piyasaya, dünyaya, sisteme, seküler-kapitalizme teslim olursak, ortada hakikatten eser kalmayacağını, hakikatin sesi ve nefesi olma imkânını yitirmiş olacağımızı aslâ unutmayacağız...
Sisteme eklemlenmek yerine, hakikati eksene alarak sistemi dönüştürme ve aşma cehdi içinde olursak, gerçekleştirdiğimiz yolculuk sadece bizim için değil, hakikatin mesajına ekmek kadar su kadar ihtiyaç hisseden insanlığın geleceği açısından da yeni doğumlara imkân tanıyacaktır Allah’ın izni ve keremiyle...
Vesselâm.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.