İlerledik mi, geriledik mi?
Sakıncalı bir Müslüman. Evvela ‘Müslüman’ diyeyim de, adını anacağım mütefekkiri en azından kendi zihnimde emniyete alayım.
‘Sakıncalı’ dediğim Müslüman, merhum, Fazlurrahman.
Benim açımdan sakıncalı değil. Fakat, onu Müslümanlık dairesinin dışına çıkarmaya hazır kalabalık bir topluluk, bulundukları not verme kürsüsünden bu tarafa doğru dik dik bakıyor.
Ne notu veriyorlar?
Müslümanlık notu.
Kürsü nedir?
Dinin kendisinde mevcut olmayan, bazı insanların kendi inşa ettikleri ve kendilerini Müslümanlık notu vermek üzere atadıkları mevki.
Şimdi kolları sıvamış, Fazlurrahman için bir müdafaaname yazmaya hazırlanıyor değilim.
Fazlurrahman’ın fikirleri içinde bana uymayanlar var. Bana uymayan fikirleri nasıl ve niçin müdafaa edeyim?
Ama, bir fikri bana uymuyor diye, derdi olan, emeği olan bir Müslüman mütefekkiri, benim de içinde bulunduğum ‘Müslümanlık’ çerçevesinin dışına nasıl, ne hakla çıkarabilirim?
Ben, Fazlurrahman’ı biraz geç okudum.
Fazlurrahman’ın ‘İslam’ kitabı babamın kütüphanesinde vardı. Biraz ilgilendim. Fakat kitabı bitirmeden bıraktım.
O zamanlar okumaktan hoşlandığım, siyasi tarafları ağır basan Mevdudilere, Seyyid Kutublara göre bana felsefi geldiği için ihmal etmiş olabilirim.
Neyse, bugün Fazlurrahman’da gördüğüm başka bir şeyle ilgilenmek istiyorum.
Hepimizi ilgilendireceğini düşündüğüm bir şeyle.
‘İslam’ın birinci baskısı İngilizce olarak 1966’da yapılmış.
(Bendeki nüsha, Ankara Okulu’nun 2016 tarihli baskısı.)
Fazlurrahman, 14 Haziran 1977’de, İslam’ın Türkçe çevirisi için bir önsöz yazmış.
1970’ler, soğuk savaş dönemi.
Öyle anlaşılıyor ki, Fazlurrahman, kapitalizmle komünizmin hala dünyayı parsellemeye uğraştığı o yıllarda İslam’ın geleceği konusunda ümitli.
“Müslüman ülkelerden birçoğu birbiriyle yakınlaşmak için gayret göstermektedir” diyor Fazlurrahman.
1969’da Fas’ta, 1974’te Pakistan’da toplanan İslam Zirveleri’ni bu yakınlaşmaya örnek gösteriyor.
1969 zirvesi, biliyorsunuz, Kral Faysal’ın topladığı zirve.
Suudi Arabistan’ın mali desteğiyle kurulan İslam Sekretaryası’nın altını çiziyor.
Rabıta’nın Afrika’da ve başka bölgelerde yaptığı çalışmalara atıfta bulunuyor.
Petrol üreten Orta Doğu ülkelerinin kazandığı yeni ekonomik gücü de Müslümanlar lehine bir gelişme olarak değerlendiriyor.
Fazlurrahman, kitabının Türkiye’de basılmasına özel bir önem veriyor.
Diyor ki:
“Türklerin Batı kültürü hakkında oldukça yakın, sistemli ve uzun tecrübesi bulunması ve bugün bir bakıma İslam’ı yeniden keşfetmekte olması dolayısıyla bu ülkede İslam rönesansının zengin ve anlamlı olacağını ümit etmek açısından önemli bir sebep bulunmaktadır.”
“Muhammed İkbal’in de ümit ettiği gibi, Türklerin bir kez daha yeni ve semereli bir İslam rönesansının öncüsü olduğunu ispatlaması pekala mümkündür.”
70’lerde böyle düşünmekte belki de haklıydı Fazlurrahman.
Fakat, sonraları, İslam Konferansı’nın, İslam Sekreteryası’nın boşa dönmeyi garanti eden çarklara dönüştüğüne hep birlikte şahit olduk.
Suudiler’in ve diğer petrol zengini Ortadoğulular’ın, petro-dolarları batılı patronların hizmetine sunduğuna da şahit olduk.
ABD kaşını çattıkça dolar veren emirler, şeyhler, krallar.
Fazlurrahman’ın muhtemelen hiç hesaba katmadığı başka şeyler de oldu.
Körfez Savaşları’nın, Arap Baharları’nın, mezhep taassuplarının veya rejimlerin mezhebi bir siyaset aracı olarak acımasızca kullanmalarının başımıza açtığı belalar...
Neydi Fazlurrahman’ın istediği ‘İslam rönesansı?’
Kendi ifadesiyle, “İslam’ın ahlaki ve fikri bir yeniden canlanması.”
İslam’ın, “Tarihin akışını ahlak temelli bir sosyal düzen kurulması hedefine yöneltmeyi amaçlayan ve bütün insanlık için rehber olan öğreti” olduğunu söylüyordu Fazlurrahman.
Halbuki, biz, -Türkiye dahil, hepimiz- en çok ‘ahlak’tan ve ‘fikir’den uzaklaştık.
Şimdi, herkes kendi muhasebesini yapsın.
70’lerden beri, ilerledik mi geriledik mi?
Ya da şu sorunun cevabını arayalım:
Bu halimizle, dünyaya ne söyleyebiliriz?
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.